Bi' şeyler tıngırdat da neşemizi bulalım.

Bu ülke hüznü kendi adı gibi benimsedi,
Ondandır metro sanatçılarının bitmeyen ağıt melodileri.

Metroda taciz!

Bugün ilk defa uzattığım bir kitap ayracı reddedildi.
Ben ne yaptım? Arsızca zorla kabul ettirdim. Eğer olayın öznesi bunu okuyorsa, ona bir mesajım var. BEN DELİ DEĞİLİM. Evet.

Pazarfuckintesi

(Metroda kitap okurken yakalayıp ayraç verdiğim Bahadır Öztürk'ten pazartesiye övgüler(: )

Sabah yine söylenerek alarmı kapadıktan sonra kendimi zar zor yataktan kazıyıp duşa attım. Suyun altında galiba 20 dakika kadar şuursuzca dikildikten sonra gözlerimi açabildim. Sabah işe gitmek zorunda olmak durumuna söylenerek hazırlandım, kahretsin yağmur deyip şemsiyemi aldım... Yolumun üzerindeki kadın kuaförüne ve orayı o saatte dolduran kadınlara hayret ederek (Tam da bu sırada birisi yeni fön çekilmiş saçlarını yağmurdan korumaya çalışarak dışarı çıktı.) metroya doğru ilerledim. Dışarıda üşümemek için üzerime giydiklerim metroya girince fazla geldi, metro beklememe gerek kalmadan geliverdi hemen. Elimi kitabıma attım, gözlerim yazıların üzerinde gezdi durdu ama beynim anlamlı bir kelime üretemedi yanımda dikilen elemanın yüksek sesli müziği yüzünden. Normal şartlarda uyarır carlar kıstırırdım o müziği ama ona bile mecalim yoktu. Durağıma gelince tek kelime okumadan kitabım tekrar çantaya ve yine soğuk ve yağmurlu havaya merhaba. Bugünün neresi enteresan değil mi? Ben zaten en başından enteresan olacak diye bir vaat vermedim ki:) Sıradan bir güne ve haftaya başlangıç işte.
Umarım iş günü günün başlangıcı gibi geçmez... (Canım hiç çalışmak istemiyor.)

Metroda aşk teknikleri 101

Neden tüm o dürtüler durur durur da, bir anda yürüyen merdivendeyken yakalar aşıkları,
20 saniyelik yolculukta, 20 senelik açlığı doyurur paslı konstrüksiyon yığınları.

Ayşegül depresyonda

(Blog'un hikaye topladığını öğrenen Burcu Barakacı'nın 2. nefis hikayesi.)

Ayşegül depresyonda, gözü televizyonda. Kalan son parçaları da koparmak suretiyle alt dudağında küçük bir dünya haritası yaratmayı başardı, kanlı üstelik. Aynaya baktığında gerçekçi buldu son çalışmasını. Dudağını yolarken çekeceği ziyadesiyle uzun bir videoyu berbat bir görüntü kalitesiyle sergileyerek uluslararası güncel sanat dünyasında kendine pekâlâ bir yer bulacağını hayal etti, yanına iliştirilecek terminoloji kumkuması bir metin yeterdi. Hatta bu çalışmasını bir ‘happening’ olarak tasarlayıp, canlı performansa dönüştürebilir, bu defa televizyonda göstermek yerine bilirkişilerin karşısına geçip dudağını paralayabilir, üstüne alkış, daha da önemlisi para alabilirdi.

Son günlerde evden çıkmak işkence haline gelmişti. Yapılması gereken basit bir iş için bile günlerce yoğunlaşması gerekiyordu. Binanın karşısından bir zarf alıp yaklaşık elli metre uzaklıktaki postaneden bir dosya göndermek normal şartlarda kaç gününü alırdı? Ayşegül için bu sürecin tamamlanması tam bir hafta sürdü. Takribi yirmi dakika süren bu ‘çalışma’ cehennem azabı gibiydi. Hiç bir sorun çıkmamasına rağmen; ne kuyruk beklemiş, ne gönderi pahalıya patlamış ne de yolda tacize uğramıştı. Üstelik eve dönerken iyisinden bir tatlı almış, kahve-tatlı ziyafeti çekerek ‘bir haftalık ızdırabın sonu’ kutlamaları tertip etmiş ve kendine bir başarı ödülü vermişti: Bülbül Yuvası.

Aynı günün akşamı işi gereği bir sergi açılışına katılması gerekiyordu. Açılışlar, dışarı çıkmaktan daha korkunç bir hissiyat yaratıyordu. Sonunda kallavi bir ödülü hak ediyordu doğrusu. Sinema belki. Açılışta yapış yapış saçlarla kibar kibar şarap kadehi tutmak anlamsız olacağı için duş alması gerekiyordu bir kere. Bugün almasa yarın muhakkak alması gerekecekti. Yine de, ne kadar erteleyebilirse o kadar iyiydi. Ne de olsa depresyonun can yoldaşıydı ertelemek.

Karar alındı, ancak bir buçuk saat sonra uygulamaya geçilebildi. İki şampuan, bir güzel ovunma, kurulanma, giyinme, saçları kurutma, yüzü nemlendirme ve dişleri fırçalama: En fazla yirmi dakika; ne giyeceğini bilenler için. Bazı durumlarda karar verme, deneme-yanılma yöntemiyle kıyafet belirleme ve hiçbir surette sonuca bağlanamayan bu süreci zaman yetersizliğinden en son kombinasyon ile neticelendirme çok daha ölümcül bir zaman kaybına yol açabilirdi. Her iki tarafı ile zaman kaybı; süreç olarak dakikaları giyilip çıkarılan altlar ve üstler arasına sıkıştırmak ve sonuç olarak da tamamen içe sinmemiş bir kıyafet ile toplum içinde yüksek özgüvene sahip birisi gibi davranmak. Bereket, bu gün o günlerden biri değildi. Çıkmadan evvel günün 16. sigarasını tüttürebildi.

Salına salına, beş kat aşağıya. Binayı terketmeden, girişteki boy aynasında son kontrol;

- Siktir.

Ayakkabılar alabildiğine çamurlu, beş kat yukarı çıkmak isteyenler elini kaldırsın. Yandaki dükkandan ıslak mendil almak isteyenler derhal binayı terk etsin.

Ladies & Gentlemen Ayşegül has left the building.

Yandaki dükkan, parfümeri desen parfümeri değil, bijuteri dükkanı desen değil, yüncü desen değil, çantacı desen değil, pek çok taşınabilir objeyi özellikle kadınlara, nadiren hediye almak isteyen erkeklere sunan bol sarı ışıkla aydınlatılmış, göründüğü kadar sıcak, sokak arasına sıkışmış şıkır şıkır bir dükkan. Hediyelik eşya dükkanı olarak tanımlanabilir basbayağı, kadınların kendilerine hediye aldıkları.

Tezgâhın ardında genç, güzel, başını ışıltılı bir şal ile örtmüş, hafif makyajı ve gururlu duruşuyla akıllı olduğu her halinden belli, çekici bir satıcı ve omuzlarında bu özelliklerini asla algılayamayacak kocasının iç bunaltıcı ağırlığı. Tezgâhın diğer yanında, her zaman olduğu gibi, bir başka kadın taburelerden birinde oturuyor. Ayşegül bu dükkana ne zaman girse bu taburelerde – hepi topu iki tabure var zaten - oturan en az bir kadın ile karşılaşmasını ilgiyle takip ediyordu. Müşteriler bir yandan incik boncuk bakarken diğer yandan da dükkan sakinlerine göz gezdirebiliyor, zaman zaman kararsız kaldıklarında bu kadınların fikirlerini alabiliyorlardı. Gönüllü danışmanlardı bunlar.

- Naber?

- İyi senden.

- Aynı işte.

- Islak mendil alabilir miyim?

- Tabii. Nasıl gidiyor?

- Sakin.

- Bizim de sakin. Piyasa çok durgun bu aralar.

- Herkes durgun sanırım.

Gönüllü Danışman,

- Biz değiliz.

- Siz ne iş yapıyorsunuz?

- Hastanede çalışıyorum.

- Tabii hastalık piyasa dinlemiyor. Çapa Tıp Fakültesini taşıyacaklarmış diye duydum.

- Aaaa!

- Ya... Hem de ta Olimpiyat Stadının oraya.

Satıcı,

- Çok uzak orası.

Gönüllü Danışman,

- Biz de nefes alamayacağız desene. Cerrahpaşa ters, herkes bize gelecek.

- Aynen öyle.

- Kentsel dönüşüm projesi malum, yerine alış veriş merkezi yapacaklarmış, ne yaratıcı bir fikir değil mi?

- Esnafı toptan çürütecekler desene.

- Evet, sizin işler de iyice bozulacak… Neyse benim kaçmam lazım. İyi akşamlar.


Bin bir küfür ederek çıktı dükkandan, ayakkabıları yukarda silseydi durduk yere felaket tellallığı yapmayacaktı. Hem zaten ne gerek vardı ki konuyu açmaya, boş yere beş dakika yitirdiğine bir daha sinirlenerek caddeye doğru yollanıyordu ki, alt komşuyu kucağında bebeği ile karşısında buldu. Selamlamadan geçmek olmazdı tabii.

- İyi akşamlar.

- İyi akşamlar. Aman da kocaman olmuş, hasta mı son zamanlarda, ağlıyor çok, üzülüyorum.

- Geliyor mu sesi size?

- Gelsin, bazen kahkahalarını duyuyorum, hoşuma gidiyor. Ama son günlerde hastalandı sandım.

- Bizim bakıcı kaçtı biliyorsunuz.

- (Nerden bilecekse) Öyle mi?

- Öylece ortada bıraktı bizi.

- Hay Allah çok tatsız olmuş.

- Şimdi annesi bakıyor.

- (İlginç!) Tabii, düzeni bozulmuş çocuğun. İyi Akşamlar.

Kimseye yakalanmadan muhitten hızla uzaklaşmak için pergelleri açtı, ışıklar yardım etti bereket, derhal yolun karşı tarafına atabildi kendini. Hemen dolmuş bulmak ümidiyle biraz daha hızlandı. Maalesef ilk dolmuşa binemedi ama içi rahattı; bu şehirdeki en organize işletmenin dolmuş işletmeleri olduğunu hayranlıkla izliyordu. Dolmuşlar arasında ve hattın iki durağı ile telsiz iletişimi söz konusuydu. Örneğin az evvel binemediği dolmuşun şoförü bekleyen müşteriler olduğunu muhtemelen ana durağa bildirmişti ve en geç beş dakika içinde yeni bir dolmuşun gelmesi işten bile değildi. Yanılmadı, beş dakika sonra çılgın manevrasıyla yanaştı önüne diğer dolmuş. Geç kalmayacağından emindi, ne de olsa toplu taşımacılığın göz bebeğiydi İstanbul dolmuşları.

Mümkünse mutlaka ön koltuğa kurulmayı denerdi, böylece hem şoföre parayı doğrudan ulaştırabilir, hem de kimseye değmeden önünde ve yanında akan şehrin tadını çıkarabilirdi. Üstelik inip binmek diğer oturaklara kıyasla çok daha kolaydı. Tek kusuru çılgın gibi araç kullanan dolmuş şoförlerinin benzer çılgınlıktaki bir karar ile emniyet kemerini yerinden söküyor olmalarıydı. Ancak ön koltuğu kaptırmış olduğuna hayıflandı.

Hemen ikinci en rahat koltuğa yöneldi: Arka-sağ. Korktuğu başına geldi. İşte oradaydılar. Ölümcül torbalarıyla birlikte pusudaydılar. Dolmuş yolcularının korkulu rüyası Köşe Teyzeleri. Memlekette ailesi için her türlü fedakârlığa katlanan ve en aşağı üç torbayla gezen bu anneler ve teyzeler iş toplu yaşama gelince diğerleri için hayatı zindan etmeyi kendilerine görev edinmiş gibiydiler. Genelde ikili gezer ve dolmuş yolculuğu söz konusu olduğunda, üç artı üç; altı poşet ile sağ arka köşeye oturmayı severlerdi. Bu noktada hesapladıkları tek şey, rahat binip-inmekti elbette ve fakat kendilerinden gayrı kimse bu hesaba katılmazdı. Ayşegül gardını aldı.

- Kayar mısınız teyzeciğim bi zahmet.

- Biz ineceğiz birazdan.

- Tamam da, nasıl geçeceğim oraya?

- İneceğiz biz birazdan.

- Onu anladım da, birazdan binemiyorum ben. Nasıl geçeceğim boş koltuğa? Akrobasi yapmam lazım.

- Beğenmiyorsan taksiye bin kardeşim.

- Ya, ne alakası var ya! İnsan kardeşine böyle mi davranır ayrıca?

Şoför karışmasaydı mücadeleden asla vazgeçmezdi fakat bir sonraki dolmuşu beklemek istemiyordu. Ayrıca bu kadınlara gününü göstermeliydi; çirkeflikse mesele, içindeki çirkefi pekâlâ göreve çağırabilirdi. Bu kadınlar her kadının içinde bir çirkef yattığını unutuyor olmalılardı.

Arka sıranın üçüncü koltuğuna geçmesi gerekiyordu. Teyzelerin dizleri, torbaları ve ön koltuk arasındaki minik boşluktan iki büklüm süzülmeli, kafasını orta sıranın ortasında oturan beyefendinin kafasına vurmadan, kıvrak bir manevrayla poposunu iki kişinin ortasına yerleştirmeliydi ve bunları dolmuş hareket halindeyken yapmalıydı. İkinci seviyede mücadele verecekti. Torbaların ardında siper almış teyze ayaklarını hizalayarak derin bir nefes aldı ve içeri daldı. Önce kapı önünü bloke eden teyzenin bir ayağını ezdi. Beş puan. İkinci teyze içinse daha şık bir plan yapmıştı. Çantasını toparlamaya çalışıyormuş havalarında biraz oyalandı, kıvrak popo manevrası için en doğru anı bekliyordu. Zamanlama her şeydi. Bu arada bir kaç torba ezmeyi de ihmal etmedi. Şoför nihayet gaza bastığında sözde dengesini sağlayamayan Ayşegül boylu boyunca ikinci teyzenin üzerine kaykıldı, teyzenin yüzü Ayşegül’ün poposuna gömülmüştü. Nefis bir düşüştü bu; Teyzelerden cık cık, Fransız jüriden tam puan aldı. Köşe Teyzeleri’ni dize getirmenin haklı gururuyla yerine sığışabildi. Biraz sıkıntıya girmişti ama böylesi bir zafer için değerdi.

Parasını hazırlayarak orta sıranın ortasında oturan beyefendiden ücreti şoföre uzatmasını rica etti. Bu beyefendi orta sırada oturmaması gerektiğinden ve şayet oturduysa bu seçimin beraberinde getirdiği mesuliyetten bihaberdi belli ki. Nitekim isteksizce, rasgele kavramaya çalıştığı demir paralardan birini yere düşürdü. Oysa bozuklukları alırken avucunu genişçe açmalı, verirken de baş ve işaret parmağın arasına sıkıştırarak alıcının avucuna özenle bırakmalıydı ki bu görevi layıkıyla yerine getirilebilsin. Bu dikkatsizlik pahalıya patlamıştı işte adama. Şimdi eğilmiş, karanlık dolmuşun içinde, iki büklüm, tozlu paspası okşuyor, parayı bulmaya çalışıyordu. Ayşegül iyice keyiflendi. Dışarıya çıkmak belki de o denli fena bir fikir değildi. İyice kaykıldı koltuğuna, Haliç manzarasına bıraktı kendini.

Her şey yolunda gidiyordu. Dolmuş kullanımı ile ilgili mini bir tez hazırlamak ile geçen kısa yolculuğunu – bereket trafik yoktu – sol şeritte, kelle koltukta, çarçabuk tamamlayan Ayşegül, kısa bir yürüyüşten sonra sergi alanının kapısına vardı. Girmeden önce kapı önünde bir sigara yaktı, telefona davrandı.

- Alo... Açılış için buluşacak mıyız?

- Ben yoldayım zaten az sonra ordayım, görüşürüz.

Telefonu kapattığında bir kaç iş arkadaşı, sıra dışı saç kesimleriyle binadan çıkıyordu. Aralarından biri Ayşegül’ün omzuna dokundu.

- Ateşini versene.

- Aaa… Selam.

Çakmağı uzatırken,

- Açılıştan mı?

- Evet. Yoksun yine ortalarda.

- Kaçıyorsunuz galiba.

- Siemens’te de açılış var, oraya gideceğiz.

- Bakarsın kayarım ben de oraya.

Kuyruklu yalan. Sinemaya gitmeyi planlıyor Ayşegül, aylar olmuş sinemaya gitmeyeli. Kendisi için bir şeyler yapmaya karar verdi dolmuşta bıraktığı depresyon ertesi.

- Hadi görüşürüz o halde.

- Tabii görüşürüz.

Biri daha geliyor işte.

- Ooo, ne haber?

- İyi , senden?

- Yukarı geliyor musun?

- Evet, çıkacağım, görüşürüz.

- Görüşürüz.

Bir nefes, bir nefes daha, Onur değil mi şu; yok değil, yok ya.

- Pişt. Pişt, hey, kara şeytan.

- Aaa, naber ya?

- Seninle yolda karşılaşmamışım hiç. Algım şaştı. Emin olamadım sen misin, değil misin?

- Değil mi ya? Şimdi ben de İstanbullu oldum artık!

- Ha ha, evet. Nereye böyle?

- Bir oyun çalışacağız, fotokopi çektirmem lazım metni. Orijinalini arkadaşa teslim edeceğim de, o gelene kadar da bir iki bira içerim demiştim.

- Eee, iyi ya işte, biraya para verme, beleş şarap ayarlayayım ben sana, açılış var yukarda.

- Oh oh, süper, ben şunları bırakayım fotokopi için.

- Tamam, çabuk olasın.

Şarap, video, şarap, video, şarap, video...

- Alo… Herkes iyi mi, cenaze kalktı mı? İyi, ben de fena değilim. Ne demek, baya? İyiyim işte, ne iyi ne kötü, oldu mu? Tamam, kapatmam lazım, görüşürüz.

- Yengemi kaybettik de dün. Üzgün olmam gerekiyor.

- Ah ya çok üzüldüm, öyle böyle şöyle.

- Hayat işte. Neyse, tamam mı? Gezdik mi? Şarap da bitti, tazeleyelim. Şu herifte bir türlü gelemedi ki be kardeşim, sıkıştık kaldık bu galerinin içinde. Gel dışarıda bekleyelim, sigara hiç değilse.

- İyi fikir.

- Dur şu adamı bi daha arayayım.

- Kim ki?

- Alo, evet biz gezdik. Gel, ben zaten kapıdayım.

Geliyormuş iki dakikaya. Şu işi birlikte yapmak zorundayız işte bu adamla. Burada da boy göstermemiz gerekiyor. Neyse geliyor işte.

- Heh, naber, nasılsın, vıdı, vıdı, vıdı... Hadi gez de gel… Öyle, böyle, şöyle, kediler, müthişler, benim ki şöyle yapıyor, seninki ne yapıyor? Sevda Hanım’ı da selamladık mı? Peki. Harika. Görev tamamlandı.

Görüşürüz. Görüşürüz.

- Sinemaya gideceğim, Paris’te İki Gün.

- Tavsiye ederim güzel film.

- Herkes öyle söylüyor. Bakalım. Sen de gelsene.

- Yok ben kıza oyunu vereceğim, kaçayım yavaştan.

- Tamam o zaman. Sağ ol eşlik ettiğin için, en kısa zamanda görüşelim,

- Görüşelim.

- Hoşçakal.

Görüşelimler. Görüşürüzler. Görüşmek üzereler. Öylesine verilmiş taahhütler, rasgele temenniler, ayaküstü muhabbetler. Bu fuzuli çenebazlık tüm enerjisini sömürmüştü Ayşegül’ün. Sinemaya doğru yürürken yalnızlığı fırsat bilen kalabalık kafasının içinde konuşmaya, anlatmaya ve boyuna tartışmaya başlamıştı yine. Film başlayınca çeneleri kapanacak ne de olsa diye düşündü ve yeni bir ortama girecek olmanın ince heyecanıyla salona adımını attı. Ancak salonda bir tek Ayşegül vardı. Kısa bir sessizlikten sonra kalabalık hep bir ağızdan konuşmaya başladı.

Ne iyi ettik de geldik değil mi? Evde sürekli tek başına film izliyor zaten. Öyle demeyin, ödül verdi kendine, ödül. Boş verelim ya, fragmanlar eğlenceli olur hiç değilse. Bir de on lira bayıldı. Doğru dürüst parası olsa bari. Yok, yok. Hiç kafa yok bu kızda. Eskiden ne güzel Pizza Kulesi’ne, sirke filan giderdik. Olmadı bebek bakardık. Kuzu beslerdik filan. Dolmuşa binsek daha iyi. Atraksiyon olur. Dev ekranda, karanlıkta film izleyeceğiz işte, bi susun. Yersen. Yemem. Ben de yemem. Dertlenecek yine. Öf, evet. Ne demişti? Kolektif zaman geçirecekti sözüm ona. Ödül olarak. Fragmanlar da eskisi kadar heyecanlı değil sanki. Durun durun! Salonun kapısı açıldı. Bir umut ışığı değil mi bu? Umut ışığı! Güleyim bari. Bir çift girdi içeri. En azından üç kişiler artık. Üç kişiden mütevellit bir etkinlik. Ne kadar etkin olduğu tartışılır gerçi. Kıskanacak şimdi. Elbette. Bittabi. Buyurun, anılar geliyor. Biz de nerede kaldılar diyorduk. Bir zamanlar bu sinemaya, hatta bu salona onunla gelmemiş miydi? Evet, evet hem de tam burada oturmuşlardı. Hangi filmi izlediklerini hatırlayan var mı? Oho, yıllar olmuş. Kendisi bile hatırlamıyor, baksana nasıl da zorluyor kendini. Şaşkın işte, nerede oturduklarını hatırlıyor ama hangi filmi izlediklerini hatırlamıyor. Sadece yanında olduğunu tutmuş hafızada. Aynı koltukta oturmuyor muyuz yahu? Evet. Evet. Tamamen istem dışı geldi buraya oturdu. Bilinçaltı da destek atmıyor ki bu kıza yahu. Yok yahu, ben oraya oturttum onu, bilerek, isteyerek. Vay hain, inceden girdin aklına di mi? Tastamam aynı koltuğa oturmuş iyi mi? Farkında değil. Fark edecek az sonra. Fısıldayacağım şimdi o geceyi, merak etmeyiniz. Hatırladı. Bu defa yan koltuk boş oysa. İçlenecek şimdi. Düşüyor. Düşüyor. Düşüyor. Düştü. Bunaldı işte. İyice tadı kaçtı. Çok kolay oldu. Bu gece kopmak lazım. Bak düşünüyor şimdi, neler olduğunu hatırlıyor. Sinemadan çıkınca Riddim’e gidip dans etmişlerdi. Ayrılırken taksinin camını aralayıp seslenmişti. Susun, film başladı.

Ayşegül tam da filmini seçmişti. Filmdeki karakterler de kafasındaki kalabalık gibi bir ağızdan, boyuna konuşuyor, sürekli hareket ediyor, bir saniye durmuyorlardı. Daraldıkça daraldı. Film bittiğinde sıkıntıdan patlamak üzereydi. Salondan fırladığı gibi bir sigara yaktı, sinemadan hızla uzaklaşmaya başladı, Paris’te olmadığına içlendi, adımlarını sıklaştırdı, bulduğu ilk taksiye atladığı gibi mahalleye vardı.

Merdivenleri ikişer ikişer çıkıyordu. İki kat arasında ışık söndü, zifiri karanlığın içinde kala kaldı. Tırabzana tutunarak, bir üst kata ulaşmaya çalıştı. Ancak dönemeçlerde basamaklar daraldığı için birkaç adım sonra ayağını tam yerleştiremedi ve kayarak dizini bir sonraki basamağın köşesine vurdu. Dizinden başlayan bir elektrik akımı tüm bacağına yayıldı. Sinirleri iyice harap olmuştu. Tırabzanları bırakıp duvara yasladı vücudunu, nefes nefese yukarı çıkmaya çalışıyor bir yandan da duvarı okşayarak otomatı bulmaya çalışıyordu.

Dolmuştaki adamla dalga geçer misin işte, diye mırıldandı. Beter ol. Kimseye yakalanmasam bari duvarları okşarken.

Son adımı boşa salladığında nihayet kata vardığını anladı. Aynı anda aşağıdan birisi otomata bastı. Nihayet göz gözü görüyordu. Başını öne eğdi, ağır adımlarla kalan basamakları tırmanmaya başladı. Dizi sızlıyordu. Kapının önünde şöyle bir soluklandı. Yine aynı boş eve giriyordu işte. Kapıdan girdi, etrafa şöyle bir göz attı. Ev bıraktığı gibi duruyordu. Bekliyordu. Ayakkabılarını bir kenara fırlattığı gibi kanepeye yollandı, çantasını yere, kendisini kanepeye bıraktı. Kumandayı kaptığı gibi depresyonun kucağına yuvarlandı.

Burcu BARAKACI
İstanbul, 2005

Gördüm

Küçük, çok küçük bir ayrıntı. Metroya giden yolda bir billboard, üzerinde eski ve yeni 3d teknolojilerinin karşılaştırması. Eski 3d gözlükler çok rahatsız, çok zevksiz, gördüğün şeyin hiçbir kıymeti yok... Halbu ki yenileri öylemi? Ailece, rahat ve mükemmel görüntü kalitesinde bir zevk şöleni... Billboard'ların hemen altında oturmuş bir dilenci. Tek gözü bantlı, yüzünde tahribat. Yeni gözünü kaybetmiş, belli. Acaba o hangi teknolojiyi kullanmak isterdi?

İnecek var!


(Blog'un hikaye topladığını öğrenen Burcu Barakacı'dan nefis 2 mini hikaye. Biri şimdi, biri yarın yayınlanmak üzere pdf paketinde)



- Güzel mi bu kitap?

- Muhteşem.

Beni ziyaret ettiği iki ay boyunca başucunda süründü kitap. Kapağı Kırmızı.

Tramvayın beyaz ışığı.

Yanımda oturan adam okuduğum kitaba mı bakıyor? Neyse... Yok, yok, basbayağı okuyor. Yavaş yavaş mı çevirsem acaba sayfaları? Sadece işaretlediğim yerleri mi okuyor acaba? Hayır, bildiğin benimle birlikte okuyor. Gazete kaçakçılarını anladım da, ya kitap? Adamın ilgisini çekti herhalde. Fakat şimdi ben okuyamıyorum kitabı. Kitabımı okuyan adamı düşünmekten kitabı okuyamıyorum. Zaten ineceğim durağa da yaklaştık. Hay Allah, adam da okuyordu ne güzel. Evet, evet, inmeden bir şeyler yapmalı. Kitabı ona mı versem acaba, yenisini alabilirim. Verebilirim aslında. Ama işaretlediğim bir sürü yer var, onların üzerinden geçeceğim, yenisiyle kitabı tekrar okumam gerekir. Zaman. Başka bir çare…

- İlginizi çekti sanırım kitap.

Şaşkın, utangaç, yalanlamayan bir gülüş.

- Şayet okumak isterseniz...

- Biraz abartmış sanırım.

- Başından itibaren okumadınız, bütün içinde değerlendirince gayet tutarlı. Post
Express diye bir dergi var biliyor musunuz?

Şaşkın, utangaç yalanlayan bir gülüş.

- Post Express. Son sayısı hala bayilerde, bir kaç lira fazla ödemeniz gerekiyor ama kitabı dergi ile birlikte hediye ediyorlar. Bitmeden alabilirsiniz.

Kısa bir sessizlik, memelere kayan gözler.

- Kitap okuyan birilerini görmek çok hoş tabii.

- İyi akşamlar.

Kitap okuyan birilerini görmek çok hoşmuş tabii! Derdi kitapla değil ki adamın benle. Neyse ki kitabı vermedim adama. Sanki okuyacak, sanki okuduğunu anlayacak! Nerden biliyorsun hem, belki nasıl bomba yapacağımı ve bir tramvayı, içindeki onlarca yolcuyla birlikte nasıl havaya uçuracağımı okuyor ve öğreniyorumdur. Kitap okuyan birilerini görmek o zaman da hoşuna gidecek mi bakalım?

- Pardon, geçebilir miyim? Müsaade eder misiniz? Pardon. Biraz kayarsanız.

Şimdi çığlık atacağım. İnmek istiyorum. Açılın, savulun, nezaket yok, çantam, kimin umurunda, çarpsın, ayağına da bastım adamın, bu da ona ders olsun, uf, nasıl da sıkışık, kapı, az kaldı, kapanmadan çıkmam lazım, oksijen, iki adım, son bir gayret, çantayı sıyır, özgürlük.


- Günaydın, erken uyanmışsın. Televizyonu açabilirdin, ben rahatsız olmam.

Üç gün öncesine kadar annemin uyuduğu yatağın köşesine sandalye çekmiş, kitap karıştırıyor babam. Kapağı Kırmızı.

- Sorun değil, kitabını karıştırıyordum ben de.

- Süperdir.

- İşaretlediğin yerleri okudum sadece. Biraz sallamış sanırım.

- Tamamı üzerinden değerlendirmek ge… Neyse ya, çay demleyeyim ben en iyisi.


Pardon, geçebilir miyim? Müsaade eder misiniz? Pardon. Biraz kayarsanız.


Burcu BARAKACI
İstanbul, 2005
Metrodan çıktığında ya da metroya girdiğinde havanın rengi grinin bir tonundan, bir başka tonuna dönüyorsa, nem kemikleri sızlatan bir rutubete dönüşüyorsa, insanlar gülmüyor ve ısrarla gülmüyorsa; yaz gelmedi, gelmiyor demektir.

Remember, remember...



Dün ilk kitap ayracımı hediye ettim, bugün sabah da bir tane verdim.
Belki kimse merak edip siteye girmeyecek, belki toplu taşımada v for vendetta etkisi yaratacağım, bilinmez.
Tasarımını dünyanın en tatlı art direktörü yaptı, Eda Gündüz.

Eğer kitap ayracına sahipsen ve merak edip siteye girdiysen sevgili okur, bizlerle İstanbul'un ulaşım sorunlarından metroların rutubetli yalnızlığına kadar canın ne isterse yazabilirsin.

Öperim.

Bu yazıyı okuyan talihli!

Çok yakında buraya pek tatlı bir proje yapacağım.
Toplu taşıma kullanan canlar, bir olun da duygu seli yaşayalım projesi çalışmalarım için önümüzdeki günleri bekleyin.

Bir de gelecek hafta metroda biri size bir kitap ayracı uzatırsa, bilin ki o benim:)

Çöpistan

Uzuuun gemilerin denize bıraktığı pislikler
Ulaşır döl yataklarına, oluşur biçimsiz piçler
Martılar yetişir denizin imdadına, çığlıkları dalgaları deler
Ardından vapurların, bu döngü sürer gider.

Çarşaf

Denizin üstü pürüzlü bir çarşaf gibi; sürekli bozuluyor, sürekli bozuluyor.
Ey kaşarların en eskisi İstanbul; acaba seni günde kaç kişi .ikiyor?

Nazikçesi popo

Çoğunlukla 8:15'i kaçırıp, 8:30 Kabataş vapuruna binmeyedir isyanım,
vapur merdivenlerinin soğuk, nemli haline alışamadı bir türlü kıçım.

Ufal da cebime gir

Vapurda insanlar okuyamasın diye minik minik, kargacık burgacık yazıyorum. Kalemim küçüldü, parmaklarım azaldı, defterim ufaldı, hayatım daraldı.

Büyüyen tek şeyse göbeğim tabi ki.

Negzel.

Geldim.

Uzun zamandır yazmıyorsam bir sebebi var.
Hayat dediğin döngüde az da olsa değişimler var.

Ulaşım; aynı vapur.
Sefer; 8:45 değil, 8:15
Yer; Nişantaşı değil, Balmumcu

Yani neymiş, 3'te 2'si değişmiş.

Ajans; kargaşa değil, huzur
Para; same
İş; tıkırında

Yani neymiş, 3'te 2'si değişmiş.

Yaza gelirken iş yükselişte, aşk da boktan imiş.

Ey 2010 yazı, bana göstereceğin 2 sırt sıvazlama, milyonlarca kalp kırıntısı mı imiş?


Git burdan.

Falında 2 yol görünüyor...

2 yol var; biri çok yanlış gibi, biri çok doğru gibi.
Gönlümün ona kaymasındandır ki, yazarken bile yanlış önde, doğru ardından gelmekte.
Ama seçenek de olmayabilirdi, sonuçta takip etmekte.
Hem yol dediğin macera demek değil mi? Önemli olan doğrunun bildiğin, huzurlu rutini mi, yanlışın ne olacağı belirsiz, heyecan veren gizemi mi?
2 yolu birden takip etmenin peki var mıdır bir hal çaresi?
Ya da ikisinden de vazgeçip, beni yerimde saydırmalı mı bu rotasyon cinleri?

No Human No Cry

Ah İstanbul... Her gün sana soruyorum, bana cevap vermiyorsun. Böyle daha ne kadar devam eder hiç bilmiyorum...

Ah vapurdaki kız... Her gün gözlerinle sorduğun soruların cevabını veriyorum sana, çığlıklarımı da, kanat çırpışlarımı da duymuyorsun...

Ah içimdeki kız... Her gün düşen yüzünü toparlamak için türlü şaklabanlıklar yapıyor, kendimi bir oraya bir buraya sallayıp duruyorum. Seninse sadece miden bulanıyor...

Ah karşımdaki kız... Her gün dalgın bakışlarına çözüm olsun diye sana komik tipli, fırça bıyıklı adamlar gösteriyorum, ama sen ekranıma bakmak bir yana, önünde soğuyan çayı bile farketmiyorsun...

Ah üzerimdeki kız... Her gün titrek ruhuna iyi gelsin diye tüm gücümle ardını ısıtıyorum. Sense anca montunu çıkarıyorsun...

Ah yansımamdaki kız... Her gün hüznünü görme, bu halini bilme diye sana yansımandan çok, şehrin ışıklarını gösteriyorum. Ama sen bakışlarını indirip, defterine habire bir şeyler yazıyorsun...

Ah yanımdaki kız... Şu görevliye bir el etsen de, bana bir çay getirse.

Dahi anlamındaki deli, Dali yazılır.

Aslında genç gözüküyor. Ama saçında beyazlar var. 2 örgü yaptığı, beyazla karışık kahverengi saçlarına çıtladığı çekirdeklerden birinin kabuğu takılmış. Boynundaki işlenmiş fuların işlenmemişini işportacılarda görmek mümkün. Muhtemelen de alıp kendi işlemiş zaten, makine muntazamlığı yok keza. Aslına bakarsan aşırı antipatik, ama bir o kadar da dikkat çekici.

Genç görünüyor aslında, ama gözleri çökmüş. Pembe, bebe yaka kabanının içinde çekirdeğini çıtlıyor.Yanında bir çocuk, o da çıtlatmakta. Belki gerizekalıdırlar, belki tıp öğrencisi. Öyle bir çizgideler ki ne olduklarını anlamak mümkün değil. Kızarmış burunları hokka gibi, tipleri de benziyor. Kardeş olabilirler.

Göz göze geldik. Fazlaca bakıp insanları epey rahatsız ediyorum bugünlerde. Ama bunlara olan bakışım bir başka. Deli - dahi çizgisinin hangi tarafında oldukları belli değil ki hemen bir hikaye döşeyeyim.

Genç görünseler de aslında, gülüşleri yaşlı. Gözlerinde fer de göremedim pek. Çekirdek çitliyorlar öyle. Arada bir iki kelime laf ediyorlar, ama duyulacak bir mesafe değil aramızdaki. Kızın fularından bende de var, ama işlemesizi. Çocuk konuştuğunda kız dikkatle ona bakarken, aynı dikkati onda bulamıyor. Sevgili olabilirler, ama kızda ezilen deli aşık olacak göz yok. Kendine güven var. Güvenle çekirdek çitliyor.

Şu ana kadar bu vapurda belki binlerce insan gördüm, bir kalıba sokamadığım tek ikili onlar. Oradalar hemen, 2 sıra önümde. Saf da olabilirler, manyak da, sıradan da, fazlaca ilgi çekici de. Anlayamadım. Kendimden mi utansam, onları mı alkışlasam, öngörüme mi bir ayar versem, önyargılarıma mı bir son versem...

Ben en iyisi kalkıp eve gideyim.
Kadıköy'den Kartal'a 5.5 liraya, Kartal'dan Yalova'ya 4.60 liraya geçince, dolmuşçuları sevmediğimi anladım.
Yaşasın deniz emekçileri! Ha bir de satılan Kanlıca yoğurdu.

Orospu teyze

Toplu taşıma araçlarında cak cak sakız çiğneyen, başörtülü yaşlı bir teyze de olsa, bana göre orospudur. Geçiricem kafasına.

Köpek

Beşiktaş'a gelme köpek, Beşiktaş'ta bir şey yok.
O kadar iskele binasına girdin, güvenliği geçtin, insanların arasına karıştın, vapura bindin ama, bu insanlarda kendilerine ait olduğunu zannettikleri yere farklı cinsten birini alacak göz yok.
Bak, hepsi de Beşiktaş'a gidiyor,
hepsi de ruhsuz, sigortalı, mesai saati lügatlı, ayarlı makineler.
Sen Beşiktaş'a gelme köpek, Beşiktaş'ta bunlardan daha çook var.

Kadıköy her halükarda daha iyidir.

Selpak ister misin abla?

Vapur çok tenha. Oturduğum 8'li koltuklarda bir ben, bir de o. Onunla tanıştırayım; 12 yaşındaki selpak-yara bandı satan çocuk. Eşyalarını bırakıp vapuru dolaşmaya gitti şimdi. Koyu gri bir naylon poşet, üzerinde Loris yazan başka bir poşet, çamaşır suyuna (nasıl olduysa) deymiş, rengi yer yer açılmış, eski, kahverengi bir palto karşımda oturuyor şimdi. Sıraları gezerken bana da sordu ister miyim diye. "Yok ablacım" dedim. Teşekkür ettim. Malesef benim nezaketim, onun karnını doyurmuyor.

...

Ortalıkta yok, sanırım aşağıya indi. Kız kulesini geçtik, az bir vakti kaldı yani, birazdan gelir. Eşyalarını toparlar, kazandığı 2 kuruşu delik olmayan cebinin en dibine iyice gömer, ağır olduğu belli olan, tüm gün sırtına yük olmuş poşetleri sırtlanır, aşağıya iner.
Aşağılar ya da üzülür bakışların arasında iskeleden geçer, geçerken oranın müdavimi köpeğin kafasını şöyle bir okşar da yoluna öyle devam eder. Işıklardan karşıya geçer, yoldaki mozaik taşların içine birikmiş sular, taşa basınca paçalarını ıslatır. "hasiktir" der, ama çok da önemsemez. Bu hasiktir refleks hasiktiridir. Hayallah gibi. Mozaik taşlı yol biter, trafik lambasız yolda karşıya koştura koştura geçer, koşturdukça poşetler sağa sola savrulup, vücuduna vurur. Canı yanar, ama bunu da çok önemsemez.
Starbucks'ın önünde Ahmet'i görür, bir selam çakar. Ahmet de selam verip, dışarıdaki masalara kalem satmaya çalışmaya devam eder. Ahmet'i kovalamak için dışarı çıkan garsonun yanından geçerek yoluna devam eder. Yolda dilencileri görüp ters ters bakar, kendisi bu yaşında okula gitmez çalışır ya, onlar neden ki dilenir?
Timsah heykelinin önünden geçerken birden durur, heykelin önündeki taşlardan birinde oturur, cebinden Maltepe'sini çıkarır, çıkarırken o derindeki 3-5 kuruşun yanlışlıkla cebinden düşmesinden korkar, dikkatli davranır. Sigarasını yakar, gelen geçene bakar. Kafasında bugün kaç selpak, kaç yara bandı sattığı vardır. Yoldan bir kız geçer, hmm der, "karşımda oturan kız da böyle kıvırcıktı." Formayı almak için daha ne kadar biriktirmesi gerektiğini yine hesaplamaya koyulur. Şu sıralar hayatında en kayda değer, en hoşbeş olduğu düşüncedir bu.
Kamera zoom out olur. Kadıköy insan kaynamakta, hayat hızla akmaktadır. Şimdi Hasan, bu kalabalıkta ufacık bir noktadır. Kamera uzaklaştıkça insanların virgül değil de, nokta gibi görünmesinin bir sebebi var. Hayat, malesef ki virgüle çok da yer vermez. Hızlıca geçer gider, sonra da noktayı koyar. Yaşanır biter göz açıp kapatıncaya kadar, geriye döndüğünde çok da hatırlanacak bir şey bırakmaz. Hasanın hayatı gibi.

Geldi şimdi birinci kattan, hayatının aynı olan her gününü tekerrür etmek için...

İstanbul vs. Cansu

Bazen vapurun camından yansımama bakıyorum. "Eh işte, fena değil" diyorum. Sonra gözümün netlik ayarını değiştirip dışarıya bakıyorum. İstanbul gözlerimi kamaştırıyor. Sonra netlik tekrar değişiyor, kendimle göz göze geliyorum. Yansımamdan utanıyorum. Bu monolog neredeyse her gün tekrar edip duruyor.

Önce - Sonra

Önce


Sirkeci garındayım. Bir trene bindim ki kitlesi ile nereye gittiğini belli ediyor: Halkalı.
Şu ana kadar konuşulan 3 farklı dil duydum. Bir sürü genç, kapalı evli çift ve ne ara yaptıklarını anlayamadığım bir dolu çocuk. Trenler türk filmlerinde gördüklerimin aynısı, garı da korkutucu buldum açıkçası. Bindiğim trenin başka bir şehre değil de Soğuk Su'ya gittiğine emin olmak için 3 farklı insana sordum nereye gittiğini.
Karşıda oturan kadın defalarca çocuğuna seni geberticem dedi (kadın dediğim muhtemelen benim yaşımda), çocuk şapkasını kaybetmiş, ondan. Otobüs teyzeleri gibi sürekli konuşuyor, konuştukça da saçmalıyor; "Hasan şunu (oğlunu) yanına alsana", "düzgün otur seni gebertirim", "emziği nerede bu çocuğun?", "uyudu mu?", "Hasan tren neden kalkmadı?", "Hasan gidip çocuğa şeker alsana", "seni geberticem"... Ömür törpüsünü Sirkeci garında tanıdım.
Tren kalkmak bilmiyor, koku midemi bulandırıyor.
"Hasan şuna baksana"
Yaşadığım kısıtlı çevrede korunaklymışım bunu anladım. Bir daha Kadıköy'e laf edene çok fena kafa atarım.

Sonra

Sirkeci garından yola çıkan tren binlerce hikayenin yanından geçiyor. Camdan dışarı baktığımda gördüğüm en güzel, en zengin, aynı zamanda en fakir manzara burada. Bir gün yolunuz düşerse, o trenin camından evlerin içine bakın. Ne dediğimi çok iyi anlayacaksınız.

Tost

Liseye kadar olan hayatımda tost kokusu benim için dershane demekti.
Lise bitti, İstanbul başladı.
Tost kokusu benim için artık vapur.
Aynı zamanda kış.
Aynı zamanda sahlep, tarçın, Beşiktaş, iş, Eda, deniz ve defter.
Bir tosta bu kadar anlam yüklememden, bu sıralar biraz duyarlı olduğumu çıkarabiliriz, evet.
Duyaranlara lanet olsun.


Dolmuşta türk filmlerindeki güzel giriş repliğiyle sevemedim karagözlüm çalıyor. Bu şarkının sözleri güzel, evet, ama bu şarkıyla bir hatıram yok. Yine de şunu farkediyorum; dinlediklerimiz sadece sözleriyle değil, içinde geçtiği görsellikle yaşıyor.
Söylendiği filmlerdeki saçma aşk hikayelerinde,
o hikayelerdeki aktrislerin şarkıyı söylerken gözlerindeki acı dolu ifadesinde yaşıyor.
Şarkı nereye giderse, o gözler arkasından geliyor.
Takma kirpikli, rimeli bol, rengi siyah-beyaz, ama acı dolu.
Bu yüzden o şarkılarda acı çok.
Onunla bir anın olmasa da, 60 yaşında olmasan da.
O karagözlü, senin bal gözlün.

Ağır konuşurum, üzülürsün.

İstanbul'un ilk karı bugün üzerime yağdı.
Omuzlarım zaten ağırdı, biraz daha ağardı.
Ağarmış omuzlarla, ağır adımlarla, ağrıyan başımla, ağlatan bir durumda bindim vapura.
Yine bir gün daha bitti, yine eve mutsuz dönmek ağrıma gitti derken, dedim "Cansu; ya ağlayacaksın her günün akşamında, ya unutacaksın, ağırlığını koyup da."
Ağır konuşunca alter egoya, tepki gösterdi daha büyük baş ağrısıyla.

Hadi ağla şimdi, ağlanacak haline karın altında.

Yarın Hrant Dink öldü.



Bu başlık kadar yanlış bir sebep yüzünden.
Her gün geçtiğim yolda kanı yok artık. Sigara külleri oluyor arada, onları da Şişli belediyesi temizliyor sağolsun. Cadde göze hitap ediyor, herkes mutlu mesud. İyi denebilecek gibi durumu yani. İnsanlar hızla o kaldırımdan geçip gidiyor iş yerlerine. Ama onların görmediği, zamanın ve belediyenin süpüremediği bir şey var kaldırımın her yerinde; konuşma baloncukları.
Evet, ciddiyim.
"operasyon" gibi, "polis biliyordu" gibi, "katille fotoğraf çektiren polis metin balta beraat etti" gibi, "ogün samast samsunda kahraman gibi karşılandı" gibi, "esas katiller hala bulunamadı" gibi... Onlar görmüyor, ama ben görüyorum. Yarın bu caddede yürüyecek yüzlerce insan görüyor, Dink ailesi görüyor, tabi devlet de görüyor. Bir dramın senaryosu olan bu baloncuklar, kimilerine tatlı bir masal gibi geliyor. Bakıyorlar, ruhlarını okşayan bir son gibi, hafifte bıyık altından gülüyorlar. Çaktırmak yok, şimdilik.
Bu baloncuklar yarın da o caddede olacak, bu sefer yüzlercesinin elinde, binlercesinin dilinde. Her sene olduğu gibi, bu sene de bir günlüğüne kendini diğerlerine görünür kılacak. İşte o sırada o caddede yürüyen, tüm sene bunları görmeyen, 3 maymun neslinden gelen o pasif kalabalık ne yapacak?
Bence yine ona dokunmayan yılanın ömrüne dualarıyla ömür katacak.
Böylece bir masalın daha sonunda herkes ülkesinde sonsuza kadar mutlu mesud yaşayacak.

Kitabın kapağı kapanırken, yavaş yavaş kararan sayfalarda haksızlığın ve umarsızlığın cinlerinin parlayan gözleri sana bakacak.

Bir gün sen de onun kurbanı olacaksın 3 maymun neslinden gelen kalabalık, bakalım o zaman kayıtsız kalan kalabalıklarda çığlığın nasıl kaybolacak?
Bknz. "vapuru 5 sn. ile kaçırmak."


Ve evet, tabi ki kadın onlar.
Ben mecburen ayağa kalktım, önündeki çayı alıp üzerine bocaladım. 2 tane de tokat atıp, dehşet içinde bizi izleyen arkadaşının suratına baktım. Gözlerimdeki nefreti görünce çığlık atarak kaçtı. Arkasından koşup saçından tuttuğum gibi çay satılan büfenin tezgahına vurdum. Tezgah, "tavşan kanı" gibi olmuştu. Şeker kavanozunu kapıp yerime döndüm, diğerinin ağzına şekerliği vura vura tüm dişlerini kırdım. Dişler önündeki masada kan içinde yüzüyordu. Tıpkı pencereden gördüğüm deniz ve üzerindeki sandallar gibi. Kadın ne var ki hala çığlık atıyordu, korku ve acıdan bayılmak üzereydi. Mecburen çantamdan 0.7 uçlu kalemimi çıkardım, boğazına soktum çıkardım, soktum çıkardım... Ses telleri ve damarları boynundan göğsüne doğru sarkıyordu. Ama başarmıştım, artık sesi çıkmıyordu. Gel gör ki, diğeri tezgahta, onu bıraktığım yerde yardım edin diye çığlık atıyor, etraftaki insanlar kaçışıp duruyordu. Yanına gittim. Fokurdayan, dumanı üzerinde güzelim çaydanlığı alıp kafasına boca ettim. Haşlanmış suratından deriler dökülüyordu, ha, iğrenç makyajı da bozulmuştu tabi. Yüzülmüş suratına ayağımla bir tekme attım. Şimdi yumruk atsam elime pis derileri gelecekti. Yere yığıldı, artık nihayet sesi çıkmıyordu, sanırım bayılmıştı. Ama güzelim çizmelerim tezgahtan akmış kan ve kaynar suyla kirlenmişti. Üzerine biraz sildim, nispeten geçti. O sırada televizyonda bir adam sivil faşizm iddiası başlığı altında bir şeyler konuşuyordu. Bunca anlamsız gürültü içinde, yine en gerekli şeyin, televizyonun sesini kısmışlardı. Şimdi de bunun sorumlusunu bulmam gerekecekti.
Aranıp söverken uyandım.
Kadınlar hala espas vermeden konuşuyorlardı. Bir onlara, bir tezgaha, bir çaya, bir televizyona, bir dışarıya baktım. Gözlerimi kapatıp, parmaklarımı çapraz bağladım, şansım yaver gider de, gördüğüm rüya belki devam eder diye...
Deniz dalgasız, durgun.
Deniz geceleri ışık oyunlarına vurgun.
Denizin ortasında bir gemi, yüzü solgun.
Eskimiş, paslanmış, dökülmüş gemi üzgün.
Gemi terkedilmiş, küskün.
Martılar pisliyor üstüne, düşkün.
Yılları, anıları düşünüyor, bitmek bilmez hüzün.
Yıllardır anıları düşünüyor, yalnızlığa sürgün.
"Duygular gerçekse ve muhabbet varsa" diyor televizyondaki zenci kız. Ağlıyor, aşkı tarif ediyor.
Hemen televizyonun solunda bir çocuk oturduğu yerde gitar çalıyor. İçlenerek "yanarım" diyor.
Arkamdaki çocuk "o"nu ne kadar sevdiğini arkadaşına anlatıyor.
Garson çocuk gitarı dinliyor.
Zenci kız ağlıyor.
"o"nu anlatan çocuğun sesindeki umut içimi yakıyor.
Tam da Kafka okurken bunlar oluveriyor. Kitabı kapatıp, defteri açıyorum.
Tıpkı Kafka gibi, bugün söyleyemediklerimden sonsuz pişmanlık duyuyorum.
Dışarı bakıyorum, gece de, hayat da bıraktığım yerden devam ediyor...

Mutsuzluk

Köprü mavi bu akşam,
kız kulesi sarı,
deniz siyah, köpükler beyaz,
martılar gri,
hareme doğru giden yol mor,
ayaklarım mor.
Askeriye turuncu, tersane renksiz,
birazdan göreceğim Kadıköy rengarenk, emsalsiz,
Haydarpaşa koyu kahve, palmiyeler yeşilimsi.
Renklerin içinden, bir tek tersaneye benzettim kendimi; sürekli tamir içinde, bitmeyen tamir işinde bünyem renksizi kendi rengi seçti.

Sahi, ne zaman bitecek bu tamir işi?

Tövbe

Karşımda çorap giymemiş bir kadın otururken, soğuğun iliğime nasıl işlediği hakkında konuşmayacağım.

Pazartesi Sendromu

Vapurda buram buram tarçın kokusu,
ayağımda soğuktan sızım sızım bir sızı,
dışarıda ışıl ışıl bir İstanbul gecesi,
içimde ah-u vah bir hüzün paresi,
Kadıköy'e gidiyorum uğursuz bir pazartesi.

no kelam, yes kalem

Geçen gün dolmuş şoförü bana kalem hediye etti.
miko mechanical pencil 0.5 03018 idi.
Bok gibi bir gün, güzel bir finalle bitti.

Önüm, Arkam, Sağım, Solum

Önüme, arkama, sağıma, soluma oturan yolcu, dinleyince ilgimi çekecek bir şeyler anlatsan bir kerecik? Yazsam seni buraya, insanlar dese "oha, ne kadar egzantrik!" Ama nerdee, her seferinde ayrı bir dandik.

Nişantaşiktaş Yolu

Üşümenin iyi geldiği zamanlar, hayat kötüye gidiyor demektir.

Kadın

Buğday tenli. Açık yeşil gözleri, dolgun dudakları, hokka gibi bir burnu var aslında. Gençliğinde ne kadar güzel olduğu aşikar, ki hala öyle. Karadenizli, elmacık kemiklerinden belli. Ellerinde çatlaklar ve kırışıklıklar, yılların/fakirliğin gazabına uğramış, kuru toprak gibi. Susuz kalmış başak tarlası. Başörtüsünden kurtulmuş iki gümüşi saç teli. Gümüş gibi parlamakta, 17 yaşında hala adeta. Bileğindeki damarlar kalın ve yeşil. Hemen yanında derince bir yara izi. Yanmış belli ki, ama yavaştan iyileşmekte. Kabuk bağlamış kötü koşullara alışkın genler, o güçlü karadeniz genleri. Kaşlarını hiç almamış, almasına gerek kalmayacak kadar düzgün, güzel. Yaşı 50'lerde. Muhtemelen hizmet sektöründe, işyerine gitmekte. Çatıyor biraz el değmemiş kaşlarını, ama 1 gram kırışıklık yok alnında. Elinde evlilik yüzüğü, kulağında minik/halka/altın küpeler. Evlenirken alınıp, bir daha çıkarılmayan, değeri maneviyatında olan cinsten. Suratı biraz fazla iri sadece, ablaklık sınırında, bu güzelliğe olur o kadarı da.

O yaşına, o yılların yorgunluğuna rağmen, sabahın köründe kalkıp, buna da şükür dediği işine gitmesine rağmen, ellerinde işlerin/yılların/acıların izlerini taşımasına rağmen, bakışları dalgaları, boğazı, ufku aşıp uzaklara gitmesine rağmen, hala o kadar güzel, hala o kadar parlamakta...

23 yaşında, penceremdeki yansımamdan utandırmakta...

Cakkıdı Cakkıdı

Ağzında cak cak sakız,
boynunda altın harflerle ismi olan keko kız,
sevgilinin boynuna ahtapot gibi sarılırken sen,
dışarıya verdiğin bu çirkin, en az benim kadar keko, yarım akıllı adam benim mesajınla irkilip, dalmış gitmiş gözlerimi hemen dışarıya çevirdim.
Ama sabah sabah kuzgun ve yavrusu ile ilgili özlü sözü de aklıma getirdin.

allah müstahakını versin.

Cut!

Hafif rüzgarlı günlerde,
vapur ve dalgalar slow motion hissi veriyor mu size de?

Unutkan

"Yolculardan Bengü Şengül
yolculardan Bengü Şengül
baş memurluğa gidiniz
'unuttuğunuz' var"

gözünü sevdiğim vapur kaptanları, unuttuklarımı ben de bir gün bu gemide bulabilecek miyim?

Boş

Bomboş vapurda her daim büfenin önünde, ayakta tostunu yiyip, büfe tezgahına koyduğu çayı içen adamlar; nasıl bir geleneği yaşatmaktasınız? Otobüste yer varken ayakta duran adamdan, bomboş sayfanın ortasından başlayıp, sonunu sıkıştırarak yazan esnaftan, sakin tarafı bomboşken, kalabalık ve ters istikamette yürüyen yolcudan yok bir farkınız.

Dolmuş Baskısı

Beşiktaş'ta, vapurlara varmadan inen yolcunun açtığı kapıdan dışarı çıksam mı, çıkmasam mı, yürünür aslında, ama ne gerek var, ama trafik de var, hava çok soğukmuş, amaan vapura daha 10 dakika var, ama indi teker teker herkes, şoförle kaldım bir tek, insem mi, inmesem mi, kapıyı kapatacak şimdi, kapatacaksa hemen ineyim, ama tam ben kalkmışken kapatırsa, o zaman tekrar açacak, bana kıl kıl bakacak, ebem söylediklerinden biraz rahatsız olacak, ama artık çok geç olacak gerginliğini her gün yaşıyorum desem?

Muhattap Olmama Sanatı

Göz göze geldik. Okulda da sevmezdim hiç. O olduğunu anlamam için 2 saniye geçmesi gerekti, ama artık gözlerimi çat diye çeviremezdim, çünkü o da bakıyordu. Farkettiğimi çaktırmama efekti yapmaya başladım. Ona bakıyorken, aslında ona bakmıyorum, gözüm o noktaya takılmış kalmış efekti, donuk bakışlar. Sonra kafamı çevirdim, önüme değil ama. Başka bir x noktaya. Dalgınım efekti devam etmekte. Sonra kafamı kaşıdım. Dalgınım, dertliyim ve kafam karışık. Sonra televizyona döndüm, en sonunda da önümdeki masanın üzerindeki kırıntılara. İmajı başarıyla tamamladım. Seneye Oscar ödüllerinde görüşürüz.

Sofra Adabı

Şapır şupur, yarabbi şükür.
Tamam aşıksınız,
anladım gençsiniz,
evet, kanınız kaynıyor,
ama haberiniz olsun;
size kafayla girişmek için, aramızda hiç bir engel yok.
Ben bu salya vıcık sesleri duymak zorunda mıyım çocuklar, ha çocuklar?
Anneniz küçükken öğretmedi mi sofra adabını da, birbirinizi yerken böyle mide bulandırıyorsunuz?

Duygularımın Mütercimanı

Sevgili otobüs şoförü,
Yolcunun biri akbilini bastığında, ama yeterince süre tutmadığında, tam o saniye o kutunun uyarı sesi vereceğini hissediyorsun, ama engel de olamıyorsun, hani gözlerin kutuya kayıyor ya, ben o gözlerindeki acıyı görüyor, o duyguları yüreğimde hissediyorum. O ses ki müştem'in bir fikri gördüğü anda, kafasında otomatikman oluşan itiraz komutunun vereceği uyarı sesidir, o his ki bu durumu o saniye farkedip, ama engel olamayacağımı da bilip, acıyla kafamı ona doğru çevirmemdir.
Gündüzleri vapurlardan nemalanırsınız, geceleri mendereklerde sıralanırsınız.
Bu yavşaklığınızı atalarınız, bir de diğer diyarlardaki akrabalarınız görse, ne kol bırakırlar, ne kanat bünyenizde.
Bu televizyonlar hep açık, sesleri hep kısık. Ne zaman baksam, bıyıklı adam anlatıyor, altından yazılar akıyor. Allahaşkına be adam, ne anlatıyorsun aylardır?

Based on a true story

Karşımda gözlerini bana diken bir kız. Kafamı kaldırıyorum, bana bakıyor. İndiriyorum, yine bakıyor. Dışarı bakıyorum, hala bakıyor. Başka yere bakarken, gözün aslında gördüğü o açı var ya, ordan kızı kesiyorum, hala bakmakta. Camdaki yansımasından kontrol ediyorum, gözü hep bende. Zaten oturduğu yere de bana bakarak slow motion bir şekilde yerleşti. Oturduktan sonra "burası pastırma kokuyor" dedi. Bana dedi. "evet" dedim. Öğlen pastırma falan yememiştim. Bak şimdi kaldırdım kafamı, yine göz gözeyiz.

...

Şimdi ayakkabılarımız çarpıştı. Ben geri çektim ayağımı, o çekmedi.Pür dikkat bana odaklandı. Sanırım çıkışta dövücek.

...

Kız uyudu. Ama maskülen bir edayla. Bacak kabadayıvari bacak üstünde, kollar kenetlenmiş, kafayı yana salmış. Çıkışta dövmesin, canımı yesin.

...

Kız bir anda doğruldu, aynı anda benim tüylerim de. Şekerlemesinin ortasında canı çay çekmiş. Neyse yavaştan tedirginliğim geçti. Çayı aldı, ama tekrar uyudu. Ruh hastası. Çay hala öyle duruyor, kız hala öyle uyuyor...

...

Kız kalktı, bir bana baktı, bir çaya baktı. Vapurda bir gerilim filmi havası. Şekerleri koymadan çayı karıştırmaya başladı. Sanırım yeniden korkuyorum. Bir yudum alıp uyumak nedir? Bu nasıl bir manyaklık eşiğidir?

...

Bir de bunların üstüne Camper giymesi. Fıttırmam 11. dakika itibariyle an meselesi.

...

Kız kalktı, gemi yanaştı. Kız doğruldu, biraz daha, biraz daha... Yazdıklarımı okumaya çalışıyor tam olarak şu an. Bilin ki kız dövdü beni, bunları bloga yazamadıysam.