Çöpistan

Uzuuun gemilerin denize bıraktığı pislikler
Ulaşır döl yataklarına, oluşur biçimsiz piçler
Martılar yetişir denizin imdadına, çığlıkları dalgaları deler
Ardından vapurların, bu döngü sürer gider.

Çarşaf

Denizin üstü pürüzlü bir çarşaf gibi; sürekli bozuluyor, sürekli bozuluyor.
Ey kaşarların en eskisi İstanbul; acaba seni günde kaç kişi .ikiyor?

Nazikçesi popo

Çoğunlukla 8:15'i kaçırıp, 8:30 Kabataş vapuruna binmeyedir isyanım,
vapur merdivenlerinin soğuk, nemli haline alışamadı bir türlü kıçım.

Ufal da cebime gir

Vapurda insanlar okuyamasın diye minik minik, kargacık burgacık yazıyorum. Kalemim küçüldü, parmaklarım azaldı, defterim ufaldı, hayatım daraldı.

Büyüyen tek şeyse göbeğim tabi ki.

Negzel.

Geldim.

Uzun zamandır yazmıyorsam bir sebebi var.
Hayat dediğin döngüde az da olsa değişimler var.

Ulaşım; aynı vapur.
Sefer; 8:45 değil, 8:15
Yer; Nişantaşı değil, Balmumcu

Yani neymiş, 3'te 2'si değişmiş.

Ajans; kargaşa değil, huzur
Para; same
İş; tıkırında

Yani neymiş, 3'te 2'si değişmiş.

Yaza gelirken iş yükselişte, aşk da boktan imiş.

Ey 2010 yazı, bana göstereceğin 2 sırt sıvazlama, milyonlarca kalp kırıntısı mı imiş?


Git burdan.

Falında 2 yol görünüyor...

2 yol var; biri çok yanlış gibi, biri çok doğru gibi.
Gönlümün ona kaymasındandır ki, yazarken bile yanlış önde, doğru ardından gelmekte.
Ama seçenek de olmayabilirdi, sonuçta takip etmekte.
Hem yol dediğin macera demek değil mi? Önemli olan doğrunun bildiğin, huzurlu rutini mi, yanlışın ne olacağı belirsiz, heyecan veren gizemi mi?
2 yolu birden takip etmenin peki var mıdır bir hal çaresi?
Ya da ikisinden de vazgeçip, beni yerimde saydırmalı mı bu rotasyon cinleri?

No Human No Cry

Ah İstanbul... Her gün sana soruyorum, bana cevap vermiyorsun. Böyle daha ne kadar devam eder hiç bilmiyorum...

Ah vapurdaki kız... Her gün gözlerinle sorduğun soruların cevabını veriyorum sana, çığlıklarımı da, kanat çırpışlarımı da duymuyorsun...

Ah içimdeki kız... Her gün düşen yüzünü toparlamak için türlü şaklabanlıklar yapıyor, kendimi bir oraya bir buraya sallayıp duruyorum. Seninse sadece miden bulanıyor...

Ah karşımdaki kız... Her gün dalgın bakışlarına çözüm olsun diye sana komik tipli, fırça bıyıklı adamlar gösteriyorum, ama sen ekranıma bakmak bir yana, önünde soğuyan çayı bile farketmiyorsun...

Ah üzerimdeki kız... Her gün titrek ruhuna iyi gelsin diye tüm gücümle ardını ısıtıyorum. Sense anca montunu çıkarıyorsun...

Ah yansımamdaki kız... Her gün hüznünü görme, bu halini bilme diye sana yansımandan çok, şehrin ışıklarını gösteriyorum. Ama sen bakışlarını indirip, defterine habire bir şeyler yazıyorsun...

Ah yanımdaki kız... Şu görevliye bir el etsen de, bana bir çay getirse.

Dahi anlamındaki deli, Dali yazılır.

Aslında genç gözüküyor. Ama saçında beyazlar var. 2 örgü yaptığı, beyazla karışık kahverengi saçlarına çıtladığı çekirdeklerden birinin kabuğu takılmış. Boynundaki işlenmiş fuların işlenmemişini işportacılarda görmek mümkün. Muhtemelen de alıp kendi işlemiş zaten, makine muntazamlığı yok keza. Aslına bakarsan aşırı antipatik, ama bir o kadar da dikkat çekici.

Genç görünüyor aslında, ama gözleri çökmüş. Pembe, bebe yaka kabanının içinde çekirdeğini çıtlıyor.Yanında bir çocuk, o da çıtlatmakta. Belki gerizekalıdırlar, belki tıp öğrencisi. Öyle bir çizgideler ki ne olduklarını anlamak mümkün değil. Kızarmış burunları hokka gibi, tipleri de benziyor. Kardeş olabilirler.

Göz göze geldik. Fazlaca bakıp insanları epey rahatsız ediyorum bugünlerde. Ama bunlara olan bakışım bir başka. Deli - dahi çizgisinin hangi tarafında oldukları belli değil ki hemen bir hikaye döşeyeyim.

Genç görünseler de aslında, gülüşleri yaşlı. Gözlerinde fer de göremedim pek. Çekirdek çitliyorlar öyle. Arada bir iki kelime laf ediyorlar, ama duyulacak bir mesafe değil aramızdaki. Kızın fularından bende de var, ama işlemesizi. Çocuk konuştuğunda kız dikkatle ona bakarken, aynı dikkati onda bulamıyor. Sevgili olabilirler, ama kızda ezilen deli aşık olacak göz yok. Kendine güven var. Güvenle çekirdek çitliyor.

Şu ana kadar bu vapurda belki binlerce insan gördüm, bir kalıba sokamadığım tek ikili onlar. Oradalar hemen, 2 sıra önümde. Saf da olabilirler, manyak da, sıradan da, fazlaca ilgi çekici de. Anlayamadım. Kendimden mi utansam, onları mı alkışlasam, öngörüme mi bir ayar versem, önyargılarıma mı bir son versem...

Ben en iyisi kalkıp eve gideyim.
Kadıköy'den Kartal'a 5.5 liraya, Kartal'dan Yalova'ya 4.60 liraya geçince, dolmuşçuları sevmediğimi anladım.
Yaşasın deniz emekçileri! Ha bir de satılan Kanlıca yoğurdu.

Orospu teyze

Toplu taşıma araçlarında cak cak sakız çiğneyen, başörtülü yaşlı bir teyze de olsa, bana göre orospudur. Geçiricem kafasına.

Köpek

Beşiktaş'a gelme köpek, Beşiktaş'ta bir şey yok.
O kadar iskele binasına girdin, güvenliği geçtin, insanların arasına karıştın, vapura bindin ama, bu insanlarda kendilerine ait olduğunu zannettikleri yere farklı cinsten birini alacak göz yok.
Bak, hepsi de Beşiktaş'a gidiyor,
hepsi de ruhsuz, sigortalı, mesai saati lügatlı, ayarlı makineler.
Sen Beşiktaş'a gelme köpek, Beşiktaş'ta bunlardan daha çook var.

Kadıköy her halükarda daha iyidir.

Selpak ister misin abla?

Vapur çok tenha. Oturduğum 8'li koltuklarda bir ben, bir de o. Onunla tanıştırayım; 12 yaşındaki selpak-yara bandı satan çocuk. Eşyalarını bırakıp vapuru dolaşmaya gitti şimdi. Koyu gri bir naylon poşet, üzerinde Loris yazan başka bir poşet, çamaşır suyuna (nasıl olduysa) deymiş, rengi yer yer açılmış, eski, kahverengi bir palto karşımda oturuyor şimdi. Sıraları gezerken bana da sordu ister miyim diye. "Yok ablacım" dedim. Teşekkür ettim. Malesef benim nezaketim, onun karnını doyurmuyor.

...

Ortalıkta yok, sanırım aşağıya indi. Kız kulesini geçtik, az bir vakti kaldı yani, birazdan gelir. Eşyalarını toparlar, kazandığı 2 kuruşu delik olmayan cebinin en dibine iyice gömer, ağır olduğu belli olan, tüm gün sırtına yük olmuş poşetleri sırtlanır, aşağıya iner.
Aşağılar ya da üzülür bakışların arasında iskeleden geçer, geçerken oranın müdavimi köpeğin kafasını şöyle bir okşar da yoluna öyle devam eder. Işıklardan karşıya geçer, yoldaki mozaik taşların içine birikmiş sular, taşa basınca paçalarını ıslatır. "hasiktir" der, ama çok da önemsemez. Bu hasiktir refleks hasiktiridir. Hayallah gibi. Mozaik taşlı yol biter, trafik lambasız yolda karşıya koştura koştura geçer, koşturdukça poşetler sağa sola savrulup, vücuduna vurur. Canı yanar, ama bunu da çok önemsemez.
Starbucks'ın önünde Ahmet'i görür, bir selam çakar. Ahmet de selam verip, dışarıdaki masalara kalem satmaya çalışmaya devam eder. Ahmet'i kovalamak için dışarı çıkan garsonun yanından geçerek yoluna devam eder. Yolda dilencileri görüp ters ters bakar, kendisi bu yaşında okula gitmez çalışır ya, onlar neden ki dilenir?
Timsah heykelinin önünden geçerken birden durur, heykelin önündeki taşlardan birinde oturur, cebinden Maltepe'sini çıkarır, çıkarırken o derindeki 3-5 kuruşun yanlışlıkla cebinden düşmesinden korkar, dikkatli davranır. Sigarasını yakar, gelen geçene bakar. Kafasında bugün kaç selpak, kaç yara bandı sattığı vardır. Yoldan bir kız geçer, hmm der, "karşımda oturan kız da böyle kıvırcıktı." Formayı almak için daha ne kadar biriktirmesi gerektiğini yine hesaplamaya koyulur. Şu sıralar hayatında en kayda değer, en hoşbeş olduğu düşüncedir bu.
Kamera zoom out olur. Kadıköy insan kaynamakta, hayat hızla akmaktadır. Şimdi Hasan, bu kalabalıkta ufacık bir noktadır. Kamera uzaklaştıkça insanların virgül değil de, nokta gibi görünmesinin bir sebebi var. Hayat, malesef ki virgüle çok da yer vermez. Hızlıca geçer gider, sonra da noktayı koyar. Yaşanır biter göz açıp kapatıncaya kadar, geriye döndüğünde çok da hatırlanacak bir şey bırakmaz. Hasanın hayatı gibi.

Geldi şimdi birinci kattan, hayatının aynı olan her gününü tekerrür etmek için...

İstanbul vs. Cansu

Bazen vapurun camından yansımama bakıyorum. "Eh işte, fena değil" diyorum. Sonra gözümün netlik ayarını değiştirip dışarıya bakıyorum. İstanbul gözlerimi kamaştırıyor. Sonra netlik tekrar değişiyor, kendimle göz göze geliyorum. Yansımamdan utanıyorum. Bu monolog neredeyse her gün tekrar edip duruyor.

Önce - Sonra

Önce


Sirkeci garındayım. Bir trene bindim ki kitlesi ile nereye gittiğini belli ediyor: Halkalı.
Şu ana kadar konuşulan 3 farklı dil duydum. Bir sürü genç, kapalı evli çift ve ne ara yaptıklarını anlayamadığım bir dolu çocuk. Trenler türk filmlerinde gördüklerimin aynısı, garı da korkutucu buldum açıkçası. Bindiğim trenin başka bir şehre değil de Soğuk Su'ya gittiğine emin olmak için 3 farklı insana sordum nereye gittiğini.
Karşıda oturan kadın defalarca çocuğuna seni geberticem dedi (kadın dediğim muhtemelen benim yaşımda), çocuk şapkasını kaybetmiş, ondan. Otobüs teyzeleri gibi sürekli konuşuyor, konuştukça da saçmalıyor; "Hasan şunu (oğlunu) yanına alsana", "düzgün otur seni gebertirim", "emziği nerede bu çocuğun?", "uyudu mu?", "Hasan tren neden kalkmadı?", "Hasan gidip çocuğa şeker alsana", "seni geberticem"... Ömür törpüsünü Sirkeci garında tanıdım.
Tren kalkmak bilmiyor, koku midemi bulandırıyor.
"Hasan şuna baksana"
Yaşadığım kısıtlı çevrede korunaklymışım bunu anladım. Bir daha Kadıköy'e laf edene çok fena kafa atarım.

Sonra

Sirkeci garından yola çıkan tren binlerce hikayenin yanından geçiyor. Camdan dışarı baktığımda gördüğüm en güzel, en zengin, aynı zamanda en fakir manzara burada. Bir gün yolunuz düşerse, o trenin camından evlerin içine bakın. Ne dediğimi çok iyi anlayacaksınız.

Tost

Liseye kadar olan hayatımda tost kokusu benim için dershane demekti.
Lise bitti, İstanbul başladı.
Tost kokusu benim için artık vapur.
Aynı zamanda kış.
Aynı zamanda sahlep, tarçın, Beşiktaş, iş, Eda, deniz ve defter.
Bir tosta bu kadar anlam yüklememden, bu sıralar biraz duyarlı olduğumu çıkarabiliriz, evet.
Duyaranlara lanet olsun.


Dolmuşta türk filmlerindeki güzel giriş repliğiyle sevemedim karagözlüm çalıyor. Bu şarkının sözleri güzel, evet, ama bu şarkıyla bir hatıram yok. Yine de şunu farkediyorum; dinlediklerimiz sadece sözleriyle değil, içinde geçtiği görsellikle yaşıyor.
Söylendiği filmlerdeki saçma aşk hikayelerinde,
o hikayelerdeki aktrislerin şarkıyı söylerken gözlerindeki acı dolu ifadesinde yaşıyor.
Şarkı nereye giderse, o gözler arkasından geliyor.
Takma kirpikli, rimeli bol, rengi siyah-beyaz, ama acı dolu.
Bu yüzden o şarkılarda acı çok.
Onunla bir anın olmasa da, 60 yaşında olmasan da.
O karagözlü, senin bal gözlün.

Ağır konuşurum, üzülürsün.

İstanbul'un ilk karı bugün üzerime yağdı.
Omuzlarım zaten ağırdı, biraz daha ağardı.
Ağarmış omuzlarla, ağır adımlarla, ağrıyan başımla, ağlatan bir durumda bindim vapura.
Yine bir gün daha bitti, yine eve mutsuz dönmek ağrıma gitti derken, dedim "Cansu; ya ağlayacaksın her günün akşamında, ya unutacaksın, ağırlığını koyup da."
Ağır konuşunca alter egoya, tepki gösterdi daha büyük baş ağrısıyla.

Hadi ağla şimdi, ağlanacak haline karın altında.

Yarın Hrant Dink öldü.



Bu başlık kadar yanlış bir sebep yüzünden.
Her gün geçtiğim yolda kanı yok artık. Sigara külleri oluyor arada, onları da Şişli belediyesi temizliyor sağolsun. Cadde göze hitap ediyor, herkes mutlu mesud. İyi denebilecek gibi durumu yani. İnsanlar hızla o kaldırımdan geçip gidiyor iş yerlerine. Ama onların görmediği, zamanın ve belediyenin süpüremediği bir şey var kaldırımın her yerinde; konuşma baloncukları.
Evet, ciddiyim.
"operasyon" gibi, "polis biliyordu" gibi, "katille fotoğraf çektiren polis metin balta beraat etti" gibi, "ogün samast samsunda kahraman gibi karşılandı" gibi, "esas katiller hala bulunamadı" gibi... Onlar görmüyor, ama ben görüyorum. Yarın bu caddede yürüyecek yüzlerce insan görüyor, Dink ailesi görüyor, tabi devlet de görüyor. Bir dramın senaryosu olan bu baloncuklar, kimilerine tatlı bir masal gibi geliyor. Bakıyorlar, ruhlarını okşayan bir son gibi, hafifte bıyık altından gülüyorlar. Çaktırmak yok, şimdilik.
Bu baloncuklar yarın da o caddede olacak, bu sefer yüzlercesinin elinde, binlercesinin dilinde. Her sene olduğu gibi, bu sene de bir günlüğüne kendini diğerlerine görünür kılacak. İşte o sırada o caddede yürüyen, tüm sene bunları görmeyen, 3 maymun neslinden gelen o pasif kalabalık ne yapacak?
Bence yine ona dokunmayan yılanın ömrüne dualarıyla ömür katacak.
Böylece bir masalın daha sonunda herkes ülkesinde sonsuza kadar mutlu mesud yaşayacak.

Kitabın kapağı kapanırken, yavaş yavaş kararan sayfalarda haksızlığın ve umarsızlığın cinlerinin parlayan gözleri sana bakacak.

Bir gün sen de onun kurbanı olacaksın 3 maymun neslinden gelen kalabalık, bakalım o zaman kayıtsız kalan kalabalıklarda çığlığın nasıl kaybolacak?
Bknz. "vapuru 5 sn. ile kaçırmak."


Ve evet, tabi ki kadın onlar.
Ben mecburen ayağa kalktım, önündeki çayı alıp üzerine bocaladım. 2 tane de tokat atıp, dehşet içinde bizi izleyen arkadaşının suratına baktım. Gözlerimdeki nefreti görünce çığlık atarak kaçtı. Arkasından koşup saçından tuttuğum gibi çay satılan büfenin tezgahına vurdum. Tezgah, "tavşan kanı" gibi olmuştu. Şeker kavanozunu kapıp yerime döndüm, diğerinin ağzına şekerliği vura vura tüm dişlerini kırdım. Dişler önündeki masada kan içinde yüzüyordu. Tıpkı pencereden gördüğüm deniz ve üzerindeki sandallar gibi. Kadın ne var ki hala çığlık atıyordu, korku ve acıdan bayılmak üzereydi. Mecburen çantamdan 0.7 uçlu kalemimi çıkardım, boğazına soktum çıkardım, soktum çıkardım... Ses telleri ve damarları boynundan göğsüne doğru sarkıyordu. Ama başarmıştım, artık sesi çıkmıyordu. Gel gör ki, diğeri tezgahta, onu bıraktığım yerde yardım edin diye çığlık atıyor, etraftaki insanlar kaçışıp duruyordu. Yanına gittim. Fokurdayan, dumanı üzerinde güzelim çaydanlığı alıp kafasına boca ettim. Haşlanmış suratından deriler dökülüyordu, ha, iğrenç makyajı da bozulmuştu tabi. Yüzülmüş suratına ayağımla bir tekme attım. Şimdi yumruk atsam elime pis derileri gelecekti. Yere yığıldı, artık nihayet sesi çıkmıyordu, sanırım bayılmıştı. Ama güzelim çizmelerim tezgahtan akmış kan ve kaynar suyla kirlenmişti. Üzerine biraz sildim, nispeten geçti. O sırada televizyonda bir adam sivil faşizm iddiası başlığı altında bir şeyler konuşuyordu. Bunca anlamsız gürültü içinde, yine en gerekli şeyin, televizyonun sesini kısmışlardı. Şimdi de bunun sorumlusunu bulmam gerekecekti.
Aranıp söverken uyandım.
Kadınlar hala espas vermeden konuşuyorlardı. Bir onlara, bir tezgaha, bir çaya, bir televizyona, bir dışarıya baktım. Gözlerimi kapatıp, parmaklarımı çapraz bağladım, şansım yaver gider de, gördüğüm rüya belki devam eder diye...
Deniz dalgasız, durgun.
Deniz geceleri ışık oyunlarına vurgun.
Denizin ortasında bir gemi, yüzü solgun.
Eskimiş, paslanmış, dökülmüş gemi üzgün.
Gemi terkedilmiş, küskün.
Martılar pisliyor üstüne, düşkün.
Yılları, anıları düşünüyor, bitmek bilmez hüzün.
Yıllardır anıları düşünüyor, yalnızlığa sürgün.
"Duygular gerçekse ve muhabbet varsa" diyor televizyondaki zenci kız. Ağlıyor, aşkı tarif ediyor.
Hemen televizyonun solunda bir çocuk oturduğu yerde gitar çalıyor. İçlenerek "yanarım" diyor.
Arkamdaki çocuk "o"nu ne kadar sevdiğini arkadaşına anlatıyor.
Garson çocuk gitarı dinliyor.
Zenci kız ağlıyor.
"o"nu anlatan çocuğun sesindeki umut içimi yakıyor.
Tam da Kafka okurken bunlar oluveriyor. Kitabı kapatıp, defteri açıyorum.
Tıpkı Kafka gibi, bugün söyleyemediklerimden sonsuz pişmanlık duyuyorum.
Dışarı bakıyorum, gece de, hayat da bıraktığım yerden devam ediyor...

Mutsuzluk

Köprü mavi bu akşam,
kız kulesi sarı,
deniz siyah, köpükler beyaz,
martılar gri,
hareme doğru giden yol mor,
ayaklarım mor.
Askeriye turuncu, tersane renksiz,
birazdan göreceğim Kadıköy rengarenk, emsalsiz,
Haydarpaşa koyu kahve, palmiyeler yeşilimsi.
Renklerin içinden, bir tek tersaneye benzettim kendimi; sürekli tamir içinde, bitmeyen tamir işinde bünyem renksizi kendi rengi seçti.

Sahi, ne zaman bitecek bu tamir işi?

Tövbe

Karşımda çorap giymemiş bir kadın otururken, soğuğun iliğime nasıl işlediği hakkında konuşmayacağım.

Pazartesi Sendromu

Vapurda buram buram tarçın kokusu,
ayağımda soğuktan sızım sızım bir sızı,
dışarıda ışıl ışıl bir İstanbul gecesi,
içimde ah-u vah bir hüzün paresi,
Kadıköy'e gidiyorum uğursuz bir pazartesi.

no kelam, yes kalem

Geçen gün dolmuş şoförü bana kalem hediye etti.
miko mechanical pencil 0.5 03018 idi.
Bok gibi bir gün, güzel bir finalle bitti.