Bi' şeyler tıngırdat da neşemizi bulalım.

Bu ülke hüznü kendi adı gibi benimsedi,
Ondandır metro sanatçılarının bitmeyen ağıt melodileri.

Metroda taciz!

Bugün ilk defa uzattığım bir kitap ayracı reddedildi.
Ben ne yaptım? Arsızca zorla kabul ettirdim. Eğer olayın öznesi bunu okuyorsa, ona bir mesajım var. BEN DELİ DEĞİLİM. Evet.

Pazarfuckintesi

(Metroda kitap okurken yakalayıp ayraç verdiğim Bahadır Öztürk'ten pazartesiye övgüler(: )

Sabah yine söylenerek alarmı kapadıktan sonra kendimi zar zor yataktan kazıyıp duşa attım. Suyun altında galiba 20 dakika kadar şuursuzca dikildikten sonra gözlerimi açabildim. Sabah işe gitmek zorunda olmak durumuna söylenerek hazırlandım, kahretsin yağmur deyip şemsiyemi aldım... Yolumun üzerindeki kadın kuaförüne ve orayı o saatte dolduran kadınlara hayret ederek (Tam da bu sırada birisi yeni fön çekilmiş saçlarını yağmurdan korumaya çalışarak dışarı çıktı.) metroya doğru ilerledim. Dışarıda üşümemek için üzerime giydiklerim metroya girince fazla geldi, metro beklememe gerek kalmadan geliverdi hemen. Elimi kitabıma attım, gözlerim yazıların üzerinde gezdi durdu ama beynim anlamlı bir kelime üretemedi yanımda dikilen elemanın yüksek sesli müziği yüzünden. Normal şartlarda uyarır carlar kıstırırdım o müziği ama ona bile mecalim yoktu. Durağıma gelince tek kelime okumadan kitabım tekrar çantaya ve yine soğuk ve yağmurlu havaya merhaba. Bugünün neresi enteresan değil mi? Ben zaten en başından enteresan olacak diye bir vaat vermedim ki:) Sıradan bir güne ve haftaya başlangıç işte.
Umarım iş günü günün başlangıcı gibi geçmez... (Canım hiç çalışmak istemiyor.)

Metroda aşk teknikleri 101

Neden tüm o dürtüler durur durur da, bir anda yürüyen merdivendeyken yakalar aşıkları,
20 saniyelik yolculukta, 20 senelik açlığı doyurur paslı konstrüksiyon yığınları.

Ayşegül depresyonda

(Blog'un hikaye topladığını öğrenen Burcu Barakacı'nın 2. nefis hikayesi.)

Ayşegül depresyonda, gözü televizyonda. Kalan son parçaları da koparmak suretiyle alt dudağında küçük bir dünya haritası yaratmayı başardı, kanlı üstelik. Aynaya baktığında gerçekçi buldu son çalışmasını. Dudağını yolarken çekeceği ziyadesiyle uzun bir videoyu berbat bir görüntü kalitesiyle sergileyerek uluslararası güncel sanat dünyasında kendine pekâlâ bir yer bulacağını hayal etti, yanına iliştirilecek terminoloji kumkuması bir metin yeterdi. Hatta bu çalışmasını bir ‘happening’ olarak tasarlayıp, canlı performansa dönüştürebilir, bu defa televizyonda göstermek yerine bilirkişilerin karşısına geçip dudağını paralayabilir, üstüne alkış, daha da önemlisi para alabilirdi.

Son günlerde evden çıkmak işkence haline gelmişti. Yapılması gereken basit bir iş için bile günlerce yoğunlaşması gerekiyordu. Binanın karşısından bir zarf alıp yaklaşık elli metre uzaklıktaki postaneden bir dosya göndermek normal şartlarda kaç gününü alırdı? Ayşegül için bu sürecin tamamlanması tam bir hafta sürdü. Takribi yirmi dakika süren bu ‘çalışma’ cehennem azabı gibiydi. Hiç bir sorun çıkmamasına rağmen; ne kuyruk beklemiş, ne gönderi pahalıya patlamış ne de yolda tacize uğramıştı. Üstelik eve dönerken iyisinden bir tatlı almış, kahve-tatlı ziyafeti çekerek ‘bir haftalık ızdırabın sonu’ kutlamaları tertip etmiş ve kendine bir başarı ödülü vermişti: Bülbül Yuvası.

Aynı günün akşamı işi gereği bir sergi açılışına katılması gerekiyordu. Açılışlar, dışarı çıkmaktan daha korkunç bir hissiyat yaratıyordu. Sonunda kallavi bir ödülü hak ediyordu doğrusu. Sinema belki. Açılışta yapış yapış saçlarla kibar kibar şarap kadehi tutmak anlamsız olacağı için duş alması gerekiyordu bir kere. Bugün almasa yarın muhakkak alması gerekecekti. Yine de, ne kadar erteleyebilirse o kadar iyiydi. Ne de olsa depresyonun can yoldaşıydı ertelemek.

Karar alındı, ancak bir buçuk saat sonra uygulamaya geçilebildi. İki şampuan, bir güzel ovunma, kurulanma, giyinme, saçları kurutma, yüzü nemlendirme ve dişleri fırçalama: En fazla yirmi dakika; ne giyeceğini bilenler için. Bazı durumlarda karar verme, deneme-yanılma yöntemiyle kıyafet belirleme ve hiçbir surette sonuca bağlanamayan bu süreci zaman yetersizliğinden en son kombinasyon ile neticelendirme çok daha ölümcül bir zaman kaybına yol açabilirdi. Her iki tarafı ile zaman kaybı; süreç olarak dakikaları giyilip çıkarılan altlar ve üstler arasına sıkıştırmak ve sonuç olarak da tamamen içe sinmemiş bir kıyafet ile toplum içinde yüksek özgüvene sahip birisi gibi davranmak. Bereket, bu gün o günlerden biri değildi. Çıkmadan evvel günün 16. sigarasını tüttürebildi.

Salına salına, beş kat aşağıya. Binayı terketmeden, girişteki boy aynasında son kontrol;

- Siktir.

Ayakkabılar alabildiğine çamurlu, beş kat yukarı çıkmak isteyenler elini kaldırsın. Yandaki dükkandan ıslak mendil almak isteyenler derhal binayı terk etsin.

Ladies & Gentlemen Ayşegül has left the building.

Yandaki dükkan, parfümeri desen parfümeri değil, bijuteri dükkanı desen değil, yüncü desen değil, çantacı desen değil, pek çok taşınabilir objeyi özellikle kadınlara, nadiren hediye almak isteyen erkeklere sunan bol sarı ışıkla aydınlatılmış, göründüğü kadar sıcak, sokak arasına sıkışmış şıkır şıkır bir dükkan. Hediyelik eşya dükkanı olarak tanımlanabilir basbayağı, kadınların kendilerine hediye aldıkları.

Tezgâhın ardında genç, güzel, başını ışıltılı bir şal ile örtmüş, hafif makyajı ve gururlu duruşuyla akıllı olduğu her halinden belli, çekici bir satıcı ve omuzlarında bu özelliklerini asla algılayamayacak kocasının iç bunaltıcı ağırlığı. Tezgâhın diğer yanında, her zaman olduğu gibi, bir başka kadın taburelerden birinde oturuyor. Ayşegül bu dükkana ne zaman girse bu taburelerde – hepi topu iki tabure var zaten - oturan en az bir kadın ile karşılaşmasını ilgiyle takip ediyordu. Müşteriler bir yandan incik boncuk bakarken diğer yandan da dükkan sakinlerine göz gezdirebiliyor, zaman zaman kararsız kaldıklarında bu kadınların fikirlerini alabiliyorlardı. Gönüllü danışmanlardı bunlar.

- Naber?

- İyi senden.

- Aynı işte.

- Islak mendil alabilir miyim?

- Tabii. Nasıl gidiyor?

- Sakin.

- Bizim de sakin. Piyasa çok durgun bu aralar.

- Herkes durgun sanırım.

Gönüllü Danışman,

- Biz değiliz.

- Siz ne iş yapıyorsunuz?

- Hastanede çalışıyorum.

- Tabii hastalık piyasa dinlemiyor. Çapa Tıp Fakültesini taşıyacaklarmış diye duydum.

- Aaaa!

- Ya... Hem de ta Olimpiyat Stadının oraya.

Satıcı,

- Çok uzak orası.

Gönüllü Danışman,

- Biz de nefes alamayacağız desene. Cerrahpaşa ters, herkes bize gelecek.

- Aynen öyle.

- Kentsel dönüşüm projesi malum, yerine alış veriş merkezi yapacaklarmış, ne yaratıcı bir fikir değil mi?

- Esnafı toptan çürütecekler desene.

- Evet, sizin işler de iyice bozulacak… Neyse benim kaçmam lazım. İyi akşamlar.


Bin bir küfür ederek çıktı dükkandan, ayakkabıları yukarda silseydi durduk yere felaket tellallığı yapmayacaktı. Hem zaten ne gerek vardı ki konuyu açmaya, boş yere beş dakika yitirdiğine bir daha sinirlenerek caddeye doğru yollanıyordu ki, alt komşuyu kucağında bebeği ile karşısında buldu. Selamlamadan geçmek olmazdı tabii.

- İyi akşamlar.

- İyi akşamlar. Aman da kocaman olmuş, hasta mı son zamanlarda, ağlıyor çok, üzülüyorum.

- Geliyor mu sesi size?

- Gelsin, bazen kahkahalarını duyuyorum, hoşuma gidiyor. Ama son günlerde hastalandı sandım.

- Bizim bakıcı kaçtı biliyorsunuz.

- (Nerden bilecekse) Öyle mi?

- Öylece ortada bıraktı bizi.

- Hay Allah çok tatsız olmuş.

- Şimdi annesi bakıyor.

- (İlginç!) Tabii, düzeni bozulmuş çocuğun. İyi Akşamlar.

Kimseye yakalanmadan muhitten hızla uzaklaşmak için pergelleri açtı, ışıklar yardım etti bereket, derhal yolun karşı tarafına atabildi kendini. Hemen dolmuş bulmak ümidiyle biraz daha hızlandı. Maalesef ilk dolmuşa binemedi ama içi rahattı; bu şehirdeki en organize işletmenin dolmuş işletmeleri olduğunu hayranlıkla izliyordu. Dolmuşlar arasında ve hattın iki durağı ile telsiz iletişimi söz konusuydu. Örneğin az evvel binemediği dolmuşun şoförü bekleyen müşteriler olduğunu muhtemelen ana durağa bildirmişti ve en geç beş dakika içinde yeni bir dolmuşun gelmesi işten bile değildi. Yanılmadı, beş dakika sonra çılgın manevrasıyla yanaştı önüne diğer dolmuş. Geç kalmayacağından emindi, ne de olsa toplu taşımacılığın göz bebeğiydi İstanbul dolmuşları.

Mümkünse mutlaka ön koltuğa kurulmayı denerdi, böylece hem şoföre parayı doğrudan ulaştırabilir, hem de kimseye değmeden önünde ve yanında akan şehrin tadını çıkarabilirdi. Üstelik inip binmek diğer oturaklara kıyasla çok daha kolaydı. Tek kusuru çılgın gibi araç kullanan dolmuş şoförlerinin benzer çılgınlıktaki bir karar ile emniyet kemerini yerinden söküyor olmalarıydı. Ancak ön koltuğu kaptırmış olduğuna hayıflandı.

Hemen ikinci en rahat koltuğa yöneldi: Arka-sağ. Korktuğu başına geldi. İşte oradaydılar. Ölümcül torbalarıyla birlikte pusudaydılar. Dolmuş yolcularının korkulu rüyası Köşe Teyzeleri. Memlekette ailesi için her türlü fedakârlığa katlanan ve en aşağı üç torbayla gezen bu anneler ve teyzeler iş toplu yaşama gelince diğerleri için hayatı zindan etmeyi kendilerine görev edinmiş gibiydiler. Genelde ikili gezer ve dolmuş yolculuğu söz konusu olduğunda, üç artı üç; altı poşet ile sağ arka köşeye oturmayı severlerdi. Bu noktada hesapladıkları tek şey, rahat binip-inmekti elbette ve fakat kendilerinden gayrı kimse bu hesaba katılmazdı. Ayşegül gardını aldı.

- Kayar mısınız teyzeciğim bi zahmet.

- Biz ineceğiz birazdan.

- Tamam da, nasıl geçeceğim oraya?

- İneceğiz biz birazdan.

- Onu anladım da, birazdan binemiyorum ben. Nasıl geçeceğim boş koltuğa? Akrobasi yapmam lazım.

- Beğenmiyorsan taksiye bin kardeşim.

- Ya, ne alakası var ya! İnsan kardeşine böyle mi davranır ayrıca?

Şoför karışmasaydı mücadeleden asla vazgeçmezdi fakat bir sonraki dolmuşu beklemek istemiyordu. Ayrıca bu kadınlara gününü göstermeliydi; çirkeflikse mesele, içindeki çirkefi pekâlâ göreve çağırabilirdi. Bu kadınlar her kadının içinde bir çirkef yattığını unutuyor olmalılardı.

Arka sıranın üçüncü koltuğuna geçmesi gerekiyordu. Teyzelerin dizleri, torbaları ve ön koltuk arasındaki minik boşluktan iki büklüm süzülmeli, kafasını orta sıranın ortasında oturan beyefendinin kafasına vurmadan, kıvrak bir manevrayla poposunu iki kişinin ortasına yerleştirmeliydi ve bunları dolmuş hareket halindeyken yapmalıydı. İkinci seviyede mücadele verecekti. Torbaların ardında siper almış teyze ayaklarını hizalayarak derin bir nefes aldı ve içeri daldı. Önce kapı önünü bloke eden teyzenin bir ayağını ezdi. Beş puan. İkinci teyze içinse daha şık bir plan yapmıştı. Çantasını toparlamaya çalışıyormuş havalarında biraz oyalandı, kıvrak popo manevrası için en doğru anı bekliyordu. Zamanlama her şeydi. Bu arada bir kaç torba ezmeyi de ihmal etmedi. Şoför nihayet gaza bastığında sözde dengesini sağlayamayan Ayşegül boylu boyunca ikinci teyzenin üzerine kaykıldı, teyzenin yüzü Ayşegül’ün poposuna gömülmüştü. Nefis bir düşüştü bu; Teyzelerden cık cık, Fransız jüriden tam puan aldı. Köşe Teyzeleri’ni dize getirmenin haklı gururuyla yerine sığışabildi. Biraz sıkıntıya girmişti ama böylesi bir zafer için değerdi.

Parasını hazırlayarak orta sıranın ortasında oturan beyefendiden ücreti şoföre uzatmasını rica etti. Bu beyefendi orta sırada oturmaması gerektiğinden ve şayet oturduysa bu seçimin beraberinde getirdiği mesuliyetten bihaberdi belli ki. Nitekim isteksizce, rasgele kavramaya çalıştığı demir paralardan birini yere düşürdü. Oysa bozuklukları alırken avucunu genişçe açmalı, verirken de baş ve işaret parmağın arasına sıkıştırarak alıcının avucuna özenle bırakmalıydı ki bu görevi layıkıyla yerine getirilebilsin. Bu dikkatsizlik pahalıya patlamıştı işte adama. Şimdi eğilmiş, karanlık dolmuşun içinde, iki büklüm, tozlu paspası okşuyor, parayı bulmaya çalışıyordu. Ayşegül iyice keyiflendi. Dışarıya çıkmak belki de o denli fena bir fikir değildi. İyice kaykıldı koltuğuna, Haliç manzarasına bıraktı kendini.

Her şey yolunda gidiyordu. Dolmuş kullanımı ile ilgili mini bir tez hazırlamak ile geçen kısa yolculuğunu – bereket trafik yoktu – sol şeritte, kelle koltukta, çarçabuk tamamlayan Ayşegül, kısa bir yürüyüşten sonra sergi alanının kapısına vardı. Girmeden önce kapı önünde bir sigara yaktı, telefona davrandı.

- Alo... Açılış için buluşacak mıyız?

- Ben yoldayım zaten az sonra ordayım, görüşürüz.

Telefonu kapattığında bir kaç iş arkadaşı, sıra dışı saç kesimleriyle binadan çıkıyordu. Aralarından biri Ayşegül’ün omzuna dokundu.

- Ateşini versene.

- Aaa… Selam.

Çakmağı uzatırken,

- Açılıştan mı?

- Evet. Yoksun yine ortalarda.

- Kaçıyorsunuz galiba.

- Siemens’te de açılış var, oraya gideceğiz.

- Bakarsın kayarım ben de oraya.

Kuyruklu yalan. Sinemaya gitmeyi planlıyor Ayşegül, aylar olmuş sinemaya gitmeyeli. Kendisi için bir şeyler yapmaya karar verdi dolmuşta bıraktığı depresyon ertesi.

- Hadi görüşürüz o halde.

- Tabii görüşürüz.

Biri daha geliyor işte.

- Ooo, ne haber?

- İyi , senden?

- Yukarı geliyor musun?

- Evet, çıkacağım, görüşürüz.

- Görüşürüz.

Bir nefes, bir nefes daha, Onur değil mi şu; yok değil, yok ya.

- Pişt. Pişt, hey, kara şeytan.

- Aaa, naber ya?

- Seninle yolda karşılaşmamışım hiç. Algım şaştı. Emin olamadım sen misin, değil misin?

- Değil mi ya? Şimdi ben de İstanbullu oldum artık!

- Ha ha, evet. Nereye böyle?

- Bir oyun çalışacağız, fotokopi çektirmem lazım metni. Orijinalini arkadaşa teslim edeceğim de, o gelene kadar da bir iki bira içerim demiştim.

- Eee, iyi ya işte, biraya para verme, beleş şarap ayarlayayım ben sana, açılış var yukarda.

- Oh oh, süper, ben şunları bırakayım fotokopi için.

- Tamam, çabuk olasın.

Şarap, video, şarap, video, şarap, video...

- Alo… Herkes iyi mi, cenaze kalktı mı? İyi, ben de fena değilim. Ne demek, baya? İyiyim işte, ne iyi ne kötü, oldu mu? Tamam, kapatmam lazım, görüşürüz.

- Yengemi kaybettik de dün. Üzgün olmam gerekiyor.

- Ah ya çok üzüldüm, öyle böyle şöyle.

- Hayat işte. Neyse, tamam mı? Gezdik mi? Şarap da bitti, tazeleyelim. Şu herifte bir türlü gelemedi ki be kardeşim, sıkıştık kaldık bu galerinin içinde. Gel dışarıda bekleyelim, sigara hiç değilse.

- İyi fikir.

- Dur şu adamı bi daha arayayım.

- Kim ki?

- Alo, evet biz gezdik. Gel, ben zaten kapıdayım.

Geliyormuş iki dakikaya. Şu işi birlikte yapmak zorundayız işte bu adamla. Burada da boy göstermemiz gerekiyor. Neyse geliyor işte.

- Heh, naber, nasılsın, vıdı, vıdı, vıdı... Hadi gez de gel… Öyle, böyle, şöyle, kediler, müthişler, benim ki şöyle yapıyor, seninki ne yapıyor? Sevda Hanım’ı da selamladık mı? Peki. Harika. Görev tamamlandı.

Görüşürüz. Görüşürüz.

- Sinemaya gideceğim, Paris’te İki Gün.

- Tavsiye ederim güzel film.

- Herkes öyle söylüyor. Bakalım. Sen de gelsene.

- Yok ben kıza oyunu vereceğim, kaçayım yavaştan.

- Tamam o zaman. Sağ ol eşlik ettiğin için, en kısa zamanda görüşelim,

- Görüşelim.

- Hoşçakal.

Görüşelimler. Görüşürüzler. Görüşmek üzereler. Öylesine verilmiş taahhütler, rasgele temenniler, ayaküstü muhabbetler. Bu fuzuli çenebazlık tüm enerjisini sömürmüştü Ayşegül’ün. Sinemaya doğru yürürken yalnızlığı fırsat bilen kalabalık kafasının içinde konuşmaya, anlatmaya ve boyuna tartışmaya başlamıştı yine. Film başlayınca çeneleri kapanacak ne de olsa diye düşündü ve yeni bir ortama girecek olmanın ince heyecanıyla salona adımını attı. Ancak salonda bir tek Ayşegül vardı. Kısa bir sessizlikten sonra kalabalık hep bir ağızdan konuşmaya başladı.

Ne iyi ettik de geldik değil mi? Evde sürekli tek başına film izliyor zaten. Öyle demeyin, ödül verdi kendine, ödül. Boş verelim ya, fragmanlar eğlenceli olur hiç değilse. Bir de on lira bayıldı. Doğru dürüst parası olsa bari. Yok, yok. Hiç kafa yok bu kızda. Eskiden ne güzel Pizza Kulesi’ne, sirke filan giderdik. Olmadı bebek bakardık. Kuzu beslerdik filan. Dolmuşa binsek daha iyi. Atraksiyon olur. Dev ekranda, karanlıkta film izleyeceğiz işte, bi susun. Yersen. Yemem. Ben de yemem. Dertlenecek yine. Öf, evet. Ne demişti? Kolektif zaman geçirecekti sözüm ona. Ödül olarak. Fragmanlar da eskisi kadar heyecanlı değil sanki. Durun durun! Salonun kapısı açıldı. Bir umut ışığı değil mi bu? Umut ışığı! Güleyim bari. Bir çift girdi içeri. En azından üç kişiler artık. Üç kişiden mütevellit bir etkinlik. Ne kadar etkin olduğu tartışılır gerçi. Kıskanacak şimdi. Elbette. Bittabi. Buyurun, anılar geliyor. Biz de nerede kaldılar diyorduk. Bir zamanlar bu sinemaya, hatta bu salona onunla gelmemiş miydi? Evet, evet hem de tam burada oturmuşlardı. Hangi filmi izlediklerini hatırlayan var mı? Oho, yıllar olmuş. Kendisi bile hatırlamıyor, baksana nasıl da zorluyor kendini. Şaşkın işte, nerede oturduklarını hatırlıyor ama hangi filmi izlediklerini hatırlamıyor. Sadece yanında olduğunu tutmuş hafızada. Aynı koltukta oturmuyor muyuz yahu? Evet. Evet. Tamamen istem dışı geldi buraya oturdu. Bilinçaltı da destek atmıyor ki bu kıza yahu. Yok yahu, ben oraya oturttum onu, bilerek, isteyerek. Vay hain, inceden girdin aklına di mi? Tastamam aynı koltuğa oturmuş iyi mi? Farkında değil. Fark edecek az sonra. Fısıldayacağım şimdi o geceyi, merak etmeyiniz. Hatırladı. Bu defa yan koltuk boş oysa. İçlenecek şimdi. Düşüyor. Düşüyor. Düşüyor. Düştü. Bunaldı işte. İyice tadı kaçtı. Çok kolay oldu. Bu gece kopmak lazım. Bak düşünüyor şimdi, neler olduğunu hatırlıyor. Sinemadan çıkınca Riddim’e gidip dans etmişlerdi. Ayrılırken taksinin camını aralayıp seslenmişti. Susun, film başladı.

Ayşegül tam da filmini seçmişti. Filmdeki karakterler de kafasındaki kalabalık gibi bir ağızdan, boyuna konuşuyor, sürekli hareket ediyor, bir saniye durmuyorlardı. Daraldıkça daraldı. Film bittiğinde sıkıntıdan patlamak üzereydi. Salondan fırladığı gibi bir sigara yaktı, sinemadan hızla uzaklaşmaya başladı, Paris’te olmadığına içlendi, adımlarını sıklaştırdı, bulduğu ilk taksiye atladığı gibi mahalleye vardı.

Merdivenleri ikişer ikişer çıkıyordu. İki kat arasında ışık söndü, zifiri karanlığın içinde kala kaldı. Tırabzana tutunarak, bir üst kata ulaşmaya çalıştı. Ancak dönemeçlerde basamaklar daraldığı için birkaç adım sonra ayağını tam yerleştiremedi ve kayarak dizini bir sonraki basamağın köşesine vurdu. Dizinden başlayan bir elektrik akımı tüm bacağına yayıldı. Sinirleri iyice harap olmuştu. Tırabzanları bırakıp duvara yasladı vücudunu, nefes nefese yukarı çıkmaya çalışıyor bir yandan da duvarı okşayarak otomatı bulmaya çalışıyordu.

Dolmuştaki adamla dalga geçer misin işte, diye mırıldandı. Beter ol. Kimseye yakalanmasam bari duvarları okşarken.

Son adımı boşa salladığında nihayet kata vardığını anladı. Aynı anda aşağıdan birisi otomata bastı. Nihayet göz gözü görüyordu. Başını öne eğdi, ağır adımlarla kalan basamakları tırmanmaya başladı. Dizi sızlıyordu. Kapının önünde şöyle bir soluklandı. Yine aynı boş eve giriyordu işte. Kapıdan girdi, etrafa şöyle bir göz attı. Ev bıraktığı gibi duruyordu. Bekliyordu. Ayakkabılarını bir kenara fırlattığı gibi kanepeye yollandı, çantasını yere, kendisini kanepeye bıraktı. Kumandayı kaptığı gibi depresyonun kucağına yuvarlandı.

Burcu BARAKACI
İstanbul, 2005

Gördüm

Küçük, çok küçük bir ayrıntı. Metroya giden yolda bir billboard, üzerinde eski ve yeni 3d teknolojilerinin karşılaştırması. Eski 3d gözlükler çok rahatsız, çok zevksiz, gördüğün şeyin hiçbir kıymeti yok... Halbu ki yenileri öylemi? Ailece, rahat ve mükemmel görüntü kalitesinde bir zevk şöleni... Billboard'ların hemen altında oturmuş bir dilenci. Tek gözü bantlı, yüzünde tahribat. Yeni gözünü kaybetmiş, belli. Acaba o hangi teknolojiyi kullanmak isterdi?

İnecek var!


(Blog'un hikaye topladığını öğrenen Burcu Barakacı'dan nefis 2 mini hikaye. Biri şimdi, biri yarın yayınlanmak üzere pdf paketinde)



- Güzel mi bu kitap?

- Muhteşem.

Beni ziyaret ettiği iki ay boyunca başucunda süründü kitap. Kapağı Kırmızı.

Tramvayın beyaz ışığı.

Yanımda oturan adam okuduğum kitaba mı bakıyor? Neyse... Yok, yok, basbayağı okuyor. Yavaş yavaş mı çevirsem acaba sayfaları? Sadece işaretlediğim yerleri mi okuyor acaba? Hayır, bildiğin benimle birlikte okuyor. Gazete kaçakçılarını anladım da, ya kitap? Adamın ilgisini çekti herhalde. Fakat şimdi ben okuyamıyorum kitabı. Kitabımı okuyan adamı düşünmekten kitabı okuyamıyorum. Zaten ineceğim durağa da yaklaştık. Hay Allah, adam da okuyordu ne güzel. Evet, evet, inmeden bir şeyler yapmalı. Kitabı ona mı versem acaba, yenisini alabilirim. Verebilirim aslında. Ama işaretlediğim bir sürü yer var, onların üzerinden geçeceğim, yenisiyle kitabı tekrar okumam gerekir. Zaman. Başka bir çare…

- İlginizi çekti sanırım kitap.

Şaşkın, utangaç, yalanlamayan bir gülüş.

- Şayet okumak isterseniz...

- Biraz abartmış sanırım.

- Başından itibaren okumadınız, bütün içinde değerlendirince gayet tutarlı. Post
Express diye bir dergi var biliyor musunuz?

Şaşkın, utangaç yalanlayan bir gülüş.

- Post Express. Son sayısı hala bayilerde, bir kaç lira fazla ödemeniz gerekiyor ama kitabı dergi ile birlikte hediye ediyorlar. Bitmeden alabilirsiniz.

Kısa bir sessizlik, memelere kayan gözler.

- Kitap okuyan birilerini görmek çok hoş tabii.

- İyi akşamlar.

Kitap okuyan birilerini görmek çok hoşmuş tabii! Derdi kitapla değil ki adamın benle. Neyse ki kitabı vermedim adama. Sanki okuyacak, sanki okuduğunu anlayacak! Nerden biliyorsun hem, belki nasıl bomba yapacağımı ve bir tramvayı, içindeki onlarca yolcuyla birlikte nasıl havaya uçuracağımı okuyor ve öğreniyorumdur. Kitap okuyan birilerini görmek o zaman da hoşuna gidecek mi bakalım?

- Pardon, geçebilir miyim? Müsaade eder misiniz? Pardon. Biraz kayarsanız.

Şimdi çığlık atacağım. İnmek istiyorum. Açılın, savulun, nezaket yok, çantam, kimin umurunda, çarpsın, ayağına da bastım adamın, bu da ona ders olsun, uf, nasıl da sıkışık, kapı, az kaldı, kapanmadan çıkmam lazım, oksijen, iki adım, son bir gayret, çantayı sıyır, özgürlük.


- Günaydın, erken uyanmışsın. Televizyonu açabilirdin, ben rahatsız olmam.

Üç gün öncesine kadar annemin uyuduğu yatağın köşesine sandalye çekmiş, kitap karıştırıyor babam. Kapağı Kırmızı.

- Sorun değil, kitabını karıştırıyordum ben de.

- Süperdir.

- İşaretlediğin yerleri okudum sadece. Biraz sallamış sanırım.

- Tamamı üzerinden değerlendirmek ge… Neyse ya, çay demleyeyim ben en iyisi.


Pardon, geçebilir miyim? Müsaade eder misiniz? Pardon. Biraz kayarsanız.


Burcu BARAKACI
İstanbul, 2005
Metrodan çıktığında ya da metroya girdiğinde havanın rengi grinin bir tonundan, bir başka tonuna dönüyorsa, nem kemikleri sızlatan bir rutubete dönüşüyorsa, insanlar gülmüyor ve ısrarla gülmüyorsa; yaz gelmedi, gelmiyor demektir.

Remember, remember...



Dün ilk kitap ayracımı hediye ettim, bugün sabah da bir tane verdim.
Belki kimse merak edip siteye girmeyecek, belki toplu taşımada v for vendetta etkisi yaratacağım, bilinmez.
Tasarımını dünyanın en tatlı art direktörü yaptı, Eda Gündüz.

Eğer kitap ayracına sahipsen ve merak edip siteye girdiysen sevgili okur, bizlerle İstanbul'un ulaşım sorunlarından metroların rutubetli yalnızlığına kadar canın ne isterse yazabilirsin.

Öperim.

Bu yazıyı okuyan talihli!

Çok yakında buraya pek tatlı bir proje yapacağım.
Toplu taşıma kullanan canlar, bir olun da duygu seli yaşayalım projesi çalışmalarım için önümüzdeki günleri bekleyin.

Bir de gelecek hafta metroda biri size bir kitap ayracı uzatırsa, bilin ki o benim:)