No Human No Cry

Ah İstanbul... Her gün sana soruyorum, bana cevap vermiyorsun. Böyle daha ne kadar devam eder hiç bilmiyorum...

Ah vapurdaki kız... Her gün gözlerinle sorduğun soruların cevabını veriyorum sana, çığlıklarımı da, kanat çırpışlarımı da duymuyorsun...

Ah içimdeki kız... Her gün düşen yüzünü toparlamak için türlü şaklabanlıklar yapıyor, kendimi bir oraya bir buraya sallayıp duruyorum. Seninse sadece miden bulanıyor...

Ah karşımdaki kız... Her gün dalgın bakışlarına çözüm olsun diye sana komik tipli, fırça bıyıklı adamlar gösteriyorum, ama sen ekranıma bakmak bir yana, önünde soğuyan çayı bile farketmiyorsun...

Ah üzerimdeki kız... Her gün titrek ruhuna iyi gelsin diye tüm gücümle ardını ısıtıyorum. Sense anca montunu çıkarıyorsun...

Ah yansımamdaki kız... Her gün hüznünü görme, bu halini bilme diye sana yansımandan çok, şehrin ışıklarını gösteriyorum. Ama sen bakışlarını indirip, defterine habire bir şeyler yazıyorsun...

Ah yanımdaki kız... Şu görevliye bir el etsen de, bana bir çay getirse.

Dahi anlamındaki deli, Dali yazılır.

Aslında genç gözüküyor. Ama saçında beyazlar var. 2 örgü yaptığı, beyazla karışık kahverengi saçlarına çıtladığı çekirdeklerden birinin kabuğu takılmış. Boynundaki işlenmiş fuların işlenmemişini işportacılarda görmek mümkün. Muhtemelen de alıp kendi işlemiş zaten, makine muntazamlığı yok keza. Aslına bakarsan aşırı antipatik, ama bir o kadar da dikkat çekici.

Genç görünüyor aslında, ama gözleri çökmüş. Pembe, bebe yaka kabanının içinde çekirdeğini çıtlıyor.Yanında bir çocuk, o da çıtlatmakta. Belki gerizekalıdırlar, belki tıp öğrencisi. Öyle bir çizgideler ki ne olduklarını anlamak mümkün değil. Kızarmış burunları hokka gibi, tipleri de benziyor. Kardeş olabilirler.

Göz göze geldik. Fazlaca bakıp insanları epey rahatsız ediyorum bugünlerde. Ama bunlara olan bakışım bir başka. Deli - dahi çizgisinin hangi tarafında oldukları belli değil ki hemen bir hikaye döşeyeyim.

Genç görünseler de aslında, gülüşleri yaşlı. Gözlerinde fer de göremedim pek. Çekirdek çitliyorlar öyle. Arada bir iki kelime laf ediyorlar, ama duyulacak bir mesafe değil aramızdaki. Kızın fularından bende de var, ama işlemesizi. Çocuk konuştuğunda kız dikkatle ona bakarken, aynı dikkati onda bulamıyor. Sevgili olabilirler, ama kızda ezilen deli aşık olacak göz yok. Kendine güven var. Güvenle çekirdek çitliyor.

Şu ana kadar bu vapurda belki binlerce insan gördüm, bir kalıba sokamadığım tek ikili onlar. Oradalar hemen, 2 sıra önümde. Saf da olabilirler, manyak da, sıradan da, fazlaca ilgi çekici de. Anlayamadım. Kendimden mi utansam, onları mı alkışlasam, öngörüme mi bir ayar versem, önyargılarıma mı bir son versem...

Ben en iyisi kalkıp eve gideyim.
Kadıköy'den Kartal'a 5.5 liraya, Kartal'dan Yalova'ya 4.60 liraya geçince, dolmuşçuları sevmediğimi anladım.
Yaşasın deniz emekçileri! Ha bir de satılan Kanlıca yoğurdu.

Orospu teyze

Toplu taşıma araçlarında cak cak sakız çiğneyen, başörtülü yaşlı bir teyze de olsa, bana göre orospudur. Geçiricem kafasına.

Köpek

Beşiktaş'a gelme köpek, Beşiktaş'ta bir şey yok.
O kadar iskele binasına girdin, güvenliği geçtin, insanların arasına karıştın, vapura bindin ama, bu insanlarda kendilerine ait olduğunu zannettikleri yere farklı cinsten birini alacak göz yok.
Bak, hepsi de Beşiktaş'a gidiyor,
hepsi de ruhsuz, sigortalı, mesai saati lügatlı, ayarlı makineler.
Sen Beşiktaş'a gelme köpek, Beşiktaş'ta bunlardan daha çook var.

Kadıköy her halükarda daha iyidir.

Selpak ister misin abla?

Vapur çok tenha. Oturduğum 8'li koltuklarda bir ben, bir de o. Onunla tanıştırayım; 12 yaşındaki selpak-yara bandı satan çocuk. Eşyalarını bırakıp vapuru dolaşmaya gitti şimdi. Koyu gri bir naylon poşet, üzerinde Loris yazan başka bir poşet, çamaşır suyuna (nasıl olduysa) deymiş, rengi yer yer açılmış, eski, kahverengi bir palto karşımda oturuyor şimdi. Sıraları gezerken bana da sordu ister miyim diye. "Yok ablacım" dedim. Teşekkür ettim. Malesef benim nezaketim, onun karnını doyurmuyor.

...

Ortalıkta yok, sanırım aşağıya indi. Kız kulesini geçtik, az bir vakti kaldı yani, birazdan gelir. Eşyalarını toparlar, kazandığı 2 kuruşu delik olmayan cebinin en dibine iyice gömer, ağır olduğu belli olan, tüm gün sırtına yük olmuş poşetleri sırtlanır, aşağıya iner.
Aşağılar ya da üzülür bakışların arasında iskeleden geçer, geçerken oranın müdavimi köpeğin kafasını şöyle bir okşar da yoluna öyle devam eder. Işıklardan karşıya geçer, yoldaki mozaik taşların içine birikmiş sular, taşa basınca paçalarını ıslatır. "hasiktir" der, ama çok da önemsemez. Bu hasiktir refleks hasiktiridir. Hayallah gibi. Mozaik taşlı yol biter, trafik lambasız yolda karşıya koştura koştura geçer, koşturdukça poşetler sağa sola savrulup, vücuduna vurur. Canı yanar, ama bunu da çok önemsemez.
Starbucks'ın önünde Ahmet'i görür, bir selam çakar. Ahmet de selam verip, dışarıdaki masalara kalem satmaya çalışmaya devam eder. Ahmet'i kovalamak için dışarı çıkan garsonun yanından geçerek yoluna devam eder. Yolda dilencileri görüp ters ters bakar, kendisi bu yaşında okula gitmez çalışır ya, onlar neden ki dilenir?
Timsah heykelinin önünden geçerken birden durur, heykelin önündeki taşlardan birinde oturur, cebinden Maltepe'sini çıkarır, çıkarırken o derindeki 3-5 kuruşun yanlışlıkla cebinden düşmesinden korkar, dikkatli davranır. Sigarasını yakar, gelen geçene bakar. Kafasında bugün kaç selpak, kaç yara bandı sattığı vardır. Yoldan bir kız geçer, hmm der, "karşımda oturan kız da böyle kıvırcıktı." Formayı almak için daha ne kadar biriktirmesi gerektiğini yine hesaplamaya koyulur. Şu sıralar hayatında en kayda değer, en hoşbeş olduğu düşüncedir bu.
Kamera zoom out olur. Kadıköy insan kaynamakta, hayat hızla akmaktadır. Şimdi Hasan, bu kalabalıkta ufacık bir noktadır. Kamera uzaklaştıkça insanların virgül değil de, nokta gibi görünmesinin bir sebebi var. Hayat, malesef ki virgüle çok da yer vermez. Hızlıca geçer gider, sonra da noktayı koyar. Yaşanır biter göz açıp kapatıncaya kadar, geriye döndüğünde çok da hatırlanacak bir şey bırakmaz. Hasanın hayatı gibi.

Geldi şimdi birinci kattan, hayatının aynı olan her gününü tekerrür etmek için...

İstanbul vs. Cansu

Bazen vapurun camından yansımama bakıyorum. "Eh işte, fena değil" diyorum. Sonra gözümün netlik ayarını değiştirip dışarıya bakıyorum. İstanbul gözlerimi kamaştırıyor. Sonra netlik tekrar değişiyor, kendimle göz göze geliyorum. Yansımamdan utanıyorum. Bu monolog neredeyse her gün tekrar edip duruyor.